Alabalık vadisinde, çamlar
arasındaki dar yoldan dere boyunca doğuya doğru
yükseldiğinizde, bir süre sonra karşınıza bir köy çıkar.
Yalçın bir dağı arkasına
almış, girişinde her an bitecekmişçesine titreyerek akan çeşmesi ve ağaç üzerine kazınmış ‘ Alabalık ve üzüm diyarına hoş geldiniz ‘ yazısıyla, Üzümdere köyü.
Güneye baktığınızda, aşağılara uzanan bir uçurumun hemen ötelesinde, Giden Gelmez
dağları her şeyi yaratmışçasına yukarılardan köye bakar.
Uçurumun dibinde, Üzümdere
çayı kıvrımlar yapıp son derece sarp bir kanyonun içine dalar.
Biraz daha ötelerde vadi
giderek daralırken, birden baş döndürücü bir yükseklikliğe tırmanan yan duvarlarla güneş
görülmez olur.
Kanyonun güneyinden yayılan
garip bir uğultu dikkat çeker.
Yaklaştıkça giderek artan bu ses, gökyüzüne dimdik tırmanan bir kayanın altından gelmektedir.
Yaklaştıkça giderek artan bu ses, gökyüzüne dimdik tırmanan bir kayanın altından gelmektedir.
Manavgat, buradan doğar ve kilometrelerce ötelerde
denize dökülerek yok olur.
Sanki ayni anda doğumunu,
gençliğini, erginliğini ve denize dökülüp gözlerden kaybolarak bir anlamda
ölümünü yaşayan bir nehir var karşımda.
Ama gökyüzündeki bulutlar,
yağan yağmurlar, karlar ve daha niceleri onun
hiçbir zaman kaybolmadığını fısıldıyor sanki bana.
Akıl doğanın insanlara verdiği
bir armağan olabilir mi?
Ben, beni saran kaygılarımla
hala evet diyemedim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder