26 Aralık 2013 Perşembe

Ankara'nın Bağları


Sabun kokan çarşafları koklayarak uykuya daldığım gecenin sabahı.
Kedi gibi uzun uzun gerinerek kalktım yataktan.
Sobama çıraları sıralıyorum, sonra kurumuş bir kaç ince çam dalı ve yosunlu meşe odunları.
Biraz açık bırakıyorum camlı ağır döküm kapağı.
Tutuşan çıralar, meşeler ve sonra salt alevler.
Sobam dan yayılan sıcaklık ve odada hafif bir duman kokusu.
.........................
Keyfim yerinde
Beyaz fincan, sıcak çay, sert kabuklu ekmek ve zengin sofram...
Kahve makinesinin gürültüyle öğüttüğü kahve çekirdeklerinden yayılan o muhteşem kokuyu içime çekiyorum, birazdan kahvem hazır olacak.
Bir şeyler oldu bana, önceleri böylesi sabahlarda salt sessizliği yeğlerdim kahvemi içerken.
Ama sonra, önce sonatlardan başlayıp, oda müzikleri, senfoniler derken eskiye döndüm ve yine klasik müzik dinlemeye başladım.
Ama bu sabah açık unuttuğum radyom dan bir türkü yükseldi.

Ankara'nın bağları
Büklüm büklüm yolları
Ne zaman zarhoş oldum da
Kaldıramıyom kolları
Köpeğim yağmurla karşılıklı oynamaya başladık bahçe de
Bakmayın siz benim oynadık dememe, karşılıklı sıçrıyoruz neşe içinde.

İki paradigma arasında çelişkilerle dolu bir dünya da yaşadığımı fark ettim bu güzel türküyle belki de yaşamımda ilk kez oynarken.
Bilincimi işgal eden iki paradigma çelişkileri (geleneksel ve modernite çatışması) ruhumda ne denli ontolojik psikolojik ve estetik uyumsuzluklara temel oluyor artık açık görebiliyorum.
Tüm geçmişimi dışarıdan gelen ölçütler ışığında yeniden değerlendirdiğimi fark ediyorum.
Sanki yeniden yaratmışım kendimi .
Öğünmeli' miyim ?
Üzülmeli miyim ?
Bir Japon, işi ve modern hayat tarzı ile batılıdır. Ama mahremiyetinin iç bölgesini oluşturan, aile hayatı ve görenekleriyle geleneklerine bağlı kalır; Öyle ki bu bölünme normal faaliyetlerini aksatmadığı gibi onu bir ölçüde aşırı sert sarsıntılardan korur.
Ama ben ya da benim gibi memleketin vasat entelektüelleri, iki bir kolostrofobi içindeyiz sanki.
Ve D. Shayegan'nın söylediği gibi, uygarlaşmış dünya tarafından tanınmak, evrenselliğe ulaşmak, bu boğucu ve güçsüzleştirici taşralılıktan kurtulmak isteriz hep.
İlerisinde olduğumuzu sandığımız bir kültür ve içine bir türlü giremediğimiz göz kamaştıran bir başka kültür arasına sıkıştık kaldık.
''Ne burada, ne orada; birinden kovulmuş öbürüne varamamış insanlar''

Ankara'nın bağları türküsünü bir daha bir daha dinlemek istiyor canım!
Ama komşum, sevgili komşum içeri kaçtı!

3 Aralık 2013 Salı

Bencillik ve Özgecilik






Kitap okurken bir kelime karşısında kalakaldım.
özgecilik.
Düşünmeye başladım, benzetmeye çalıştım, öz kelimesinden yola çıktım yine olmadı çaresiz TDK'ya başvurdum.
Diğerkamlık....
Yine utandım, yahu bu kelime, tanıdık olmasına tanıdık ama nereden gözüm ısırmakta ?
Belli ki yıllardır kelime dağarcığımda kullanılmadan bekliyor.
Ve ilginç olanı onu tanımlamak isteyenler, en iyi bilinen zıt anlamına yönelmiş hep.
Yani bencilliğin tersi demişler...
Sonra önüme gelene sordum, önce özgeciliği ardından diğerkamlığı.
Sadece yaşı biraz bana yakın olanlar, diğerkamlığı bir yerlerden sanki duyduklarını söylediler. Hepsi o kadar.
Herkesin bencil kelimesini bilip, sürekli kullandığını söylemeleri ama zıddını anımsamamaları günümüzün ilginç bir gerçeği olsa gerek.
Özgeciliği erdemli bir bireyin bilincinin yapıtaşlarından biridir diye bilirdim.
Bir darbe de burdan yedim...
Özgecilik (diğerkamlık) eğilimlerinin, bencil genlerimizle çatışacağı sanılırken tersine onun bu eğilimlerimizi şekillendirdiğinin keşfi bilim tarihinin en rahatsız edici keşiflerinden biriymiş.
Bu keşfi anlamak ahlağa olan bağlılığı temellerinden sarsabilir diyor Randolf Nesse.
Yani yerlerde sürünen ikiyüzlü bir ahlaktan bahsediyor.
Ve sonra devam eder ünlü düşünür; 'Bu bilimsel gerçeği kavradığımda iyi ve kötü anlayışıma bu denli hoyratça meydan okumayacak bir seçenek bulmaya çalışmaktan geceler boyu gözüme uyku girmedi'
Sokrates 'sorgulanmayan yaşam yaşamaya değmez demiş'
Bende sorguladım, özgeciliğe neden bencillik kadar aşina olmadığımı.
Vardığım sonuç, bencil genlerim aklımı kullansam da kullanmasam da beni avucunun içine almış yönetiyor. Bencillik ve özgecilik, genlerimin gerektiğinde kullandığı birer maske sanki.
Sadece ve sadece duygularım beni akılcı bir budala olmaktan korur diyor Nesse.

Öyleyse, şu yukarda yazdığım Sokratik özdeyişe inanmak şartmıdır?

Yozlaşan mükemmellik

 
 
 
Dün çürümüş bir odun parçasını sobama atarken düşündüm; hiç de kötü bir görünümü yoktu, hatta güzel bir kokusu bile var denilebilirdi. 
Sonra bahçemde çürüyen çiçekler aklıma geldi.
Ardından çimlerin arasında bulduğum ölü bir serçeyi anımsadım.....
Ve sonra otopsi yaptığım, fakülte yıllarımın çürümüş insan bedenlerini düşündüm...
Tartışmasız tüm bunlar arasında en iğrenci biz insan bedenine ait
 olandı.
Galiba insan bilincinde bir canlı ne denli kutsalsa ölüp çürüdüğünde o kadar iğrençleşiyor.
Bir İbrani özdeyişine göre 'Bir şey mükemmelliğinde ne kadar kutsallaştırılırsa çürümesinde de o kadar çirkindir' 
Ne kadar doğru bir düşünce.
Yozlaşan kültürlere bakıyorum,
Sonunda hep lüks, şatafat , batıl inançlar ve köleliğe dönüşmüş

6 Kasım 2013 Çarşamba

Bedenin kölesi olan akıl





Çok yıllar önce, uzmanlık imtahanım sırasında, bir nedenle ara verilmişti.
Ben kitaplara gömülmüş olası soruları, asistan odasında gözden geçiriyordum.
Birden kapı açıldı, korku dolu bir çift mavi göz bana bakıyordu, hayır bakmıyordu, sanki eritiyordu beni. 
Omuzlarına kadar dökülen ışıltılı sarı saçlarının arasından seçebildiğim küçücük kırmızı dudaklar bir şeyler söylüyordu bana ama sanki bir el evrenin ses düğmesini kapatmıştı.
Anlamadım, çünkü en ince detaylarına kadar bugün bile hala anımsadığım o güzelliğe kaptırmıştım kendimi.
Aşık olmuştum!  
Sonra kristal gibi bir ses beni sarıp sarmaladı...
Tüm imtahan evrakları arabasında kilitli kalmış.........
Sonucunun ne olacağını, o irileşmiş ıslak gözlerle ne güzel anlatıyordu!
Şimdilerde anladığım beni ve de herkesi yöneten 'o' güç, bu olay dışında evrende olan her şeyi bir kenara attı veyok etti sanki.
Şovalye, çilingir karışımı bir kemal ve yanında o muhteşem varlık birlikte arabasına doğru yürümeye başladık.
Ama neler neler düşündüm ne hayaller kurdum o kısacık yürüyüşte!
Bir tek onunla tekrar nasıl görüşebileceğimi sormak aklıma gelmedi.
Sonra...
On dakikalık aşkım, yanağıma bir öpücük kondurdu, evraklarını aldı ve gitti.
Uzaklaştıktan çok sonra aklım başıma geldi, sınavımı anımsadım ve zor yetiştim.
Soruları yanıtlarken, aklım hala ondaydı !

Filozoflar'ın çoğu cinsellik ve aşkla hiç ilgilenmezler demiştim.
Aklı kutsarlar, dogmalardan tiksinirler.
Başka bir deyişle, aklın bedenin sadık bir kölesi olduğunu itiraf edemeyecek kadar kibirlidirler.
Bir tek Schopenhauer ve Montaigne bu gerçeği açık olarak dile getirebilmiştir.
Bende onlar gibi düşünüyorum.









 

4 Kasım 2013 Pazartesi

Tanıdığım en zengin canlı






On dokuzuncu yüzyılın en tanınmış bohemlerinden H.D. Thoreau'yu çok severim.
Bu sabah, bir düşüncesini anımsadım;
1845 yılında, o olağanüstü kitabını yazmak için Walden gölü kıyısında bir kulübe inşa eder.
Tümü 28 dolar tutan inşaat malzemelerinin çok ayrıntılı bir dökümünü özellikle listeler.
Dışsal olarak basit ama içsel olarak zengin bir yaşam sürüp süremeyeceğini anlamak istemektedir.
Maddi kıtlık ve ruhsal tatmin birlikte olabilir mi?
Farkına vardığı yalın gerçek, insan etrafını ne kadar etkilemeye çalışmazsa yaşamı o denli ucuza gelmektedir.
Ve ardından duyduğum en anlamlı sözlerden birini ekler.
''İnsan vazgeçebildiği eşya oranında zengindir.''
Etrafıma bakındım...
Yahu ! Sevgili kedim Şanti'den daha zengin birini tanımıyormuşum ben.

14 Ekim 2013 Pazartesi





Sevgili kedim on yaşında.
Yani kimilerine göre, ölüme olan uzaklığı elli altı yaşındaki bir insanla ayni.
Bizler on iki ayda bir yaş büyürken, onlar üç ayda bir yılı tamamlıyorlar.
Yani, ölüme dört kat daha hızla yaklaşıyorlar.
Çok yakında on'lu yaşlarını sürdürürken bile, benden çok ama çok yaşlı bir kedim olacak.
Tüylerindeki renkler soldu, bakışları yumuşadı, daha çok uyuyor ama hep mutlu mutlu mırıldanıyor.
Sanki evimde bir güneş, sessiz sakin huzur saçıyor, ısıtıyor her yeri.
Eski felsefi gelenekler ölüme değer verir ve biteviye sorgular.
Ölümü anladıklarında, ona alışacaklarına ve kaçınılmaz sonun yarattığı kaygıların hafifleyeceğine inanırlardı.
Olmadı...
Yakın dönemler ve günümüz çağdaş düşünürleri ise ilgi göstermez gibi duruyorlar.
Aslında unutturma ya da göz önünden uzaklaştırma olarak gördüğüm bu eylemin altında kimi ekonomik çıkarlar yatıyor gibi.
Hangisi doğru umurumda bile değil!
Öyle ya da böyle, birgün rüzgarım kesilecek, bir yeldeğirmeni gibi son kez dönüp duracağım. Hemde çevremde tüm kalan dostlarım neşe içinde rüzgarlara boğulurken.
Canetti, kişinin ölümlü olduğu bilgisine boyun eğmesi, güçleriyle onu ezen Tanrı'ya yakarması zavallılıktır der.
Bu da bana yeldeğirmenlerine saldıran Don Kişot'u anımsatıyor.
Gözüm mırıltılara boğulmuş, arada gözünü açıp beni kontrol eden kedimde...
ufuksuz bir yaşamdayım sanki
ne berisi ne de ötesi var.
Sonsuzluğa dönen yel değirmenleri gibi,
zamanı çevirir bir şeyler beklerim.

Yel bende yaşar, yel bende konuşur,
Sonunda yel ben olurum.
Umutlarım tükendiğinde Yanıtlarım bittiğinde,
Yaşam üzerine.

Çok yıllar önce yaşamı anlatmaya çabaladım bu şiirimde kendimce .

Tutku dolu, evreni anlayabileceğini kontrol edebileceğini sanan bir bilincin tükenişi, doğaya dönme ve uyum çabalarını görüyorum bugün o dizelerde.
Her varoluş, evrensel bir oyunun rolleri gibidir. 
''Herkese yeryüzünde oynayacağı rolü dağıtan Tanrısal bilgeliktir'' diyor Epiktetos.
Fakir, zengin, sakat ya da ünlü bir insan ya da hayvan ve daha niceleri.
Ama acaba evrende insan kadar ona verilen rolü irdeleyen varlık var mıdır?
......................................
Karşımda sinir bozucu bir rahatlıkla yatan Şanti, bir kez bile beni mutlu etmek için bir davranışta bulunmadı.
Ben ise hep birilerini mutlu etmek için çabaladım ama edemedim, edemezdim çünkü ben, bencilce salt kendimi düşünerek aslında bana uymayan bir rolü oynamaya çalışıyordum.
Hala kendi kendimin efendisi olamadım. Ama o, şu tüylü küçük şey bir parmak kadarken bile kimseyi kendi efendilik sınırları içerisine sokmadı.
Beni mutlu etmek için kılını bile kıpırdatmayacağını bilmeme karşın onun varlığının bile beni böylesi mutlu kılmasını anlamak zor.
Beş kardeşi arasından onu seçerken yaptıklarımı anımsadığımda utanıyorum.
Soyunun benimkinden daha gerilere uzanması hoşuma gitmişti ! Beneklerinin lokalizasyonu ölçtüm. Ağzında anomali, kalçasında çıkığı olup olmadığına baktım.
Ne kadar utanç verici şeylerdi...
Daha sonra çenesinde çarpıklık orta çıktı ve bir dişi kazma gibi hep dışarda.
O ise beni ve ona sunduklarımı daha ilk günümüzde bir ziyafetmiş gibi kabullendi.
Bilgelik üzerine sayfalar dolusu yazar ve konuşabilirim.
Ama bilmeden, bilgece yaşamanın mümkün olabileceğini Şanti'nin yaşamını izlerken fark ettim.
Uzak doğuda çok saygı duyulan yaşlı bir bilgeye, sabah kahvaltı sırasında öğrencisi sormuş; ölümsüzlüğün sırrı nedir? Ruh var mıdır? Ölünce aklımız olacak mı? Ruh bir enerji midir? Dünyada ilk varolan insan kadın mıydı?
Yaşlı bilge yanıtlamış- Kahvaltın soğuyor !

Bilgelik ve mutlu yaşam üzerine bugüne değin duyduğum en güzel yaklaşım.

19 Eylül 2013 Perşembe

Yaşama Dokunan Müzik




Kimi aileler için müzik çok şey ifade eder.
Mükemmellik amaçlanmadan yapılan böylesi müzikler,  kişiye farklı bir mutluluk, haz ve evrim sunar.
Gelişmiş teknoloji ürünü alet ve konser virtüözlerinden müzik dinleme alışkanlığı olan, günümüz çocuklarına bu güzelliği anlatmak kim bilir ne kadar  zor olurdu.
Artık salt profesyonellerin malı olarak görülen alkış ve övgü bizim kuşak, aile içi amatör müzisyenleri için çok sıradan bir şeydi.
Öğrenmesi bir ıstırap olan mandolin sesinden, yakın çevrem kim bilir ne denli nefret etmiştir.
Yanlış bastığım bir nota nedeniyle, defalarca baştan aldığım 'daha dün annemizin yollarını' gururla, gözleri yaşlı dinleyen babamı  anımsıyorum sevgi ve özlemle.
Duyguların dorukta olduğu, sevginin, aile bağlarının alabildiğine güçlendiği anlardı onlar.
Bunlardan yoksun bireylerin, yazdıkları ve yaşadıkları özgün yaşam hikayeleri fonda müziği olmayan bir filme benzer.
Hep bir şeyler eksiktir.
Müzik insanın yaşamına dokunur, duygularını geliştirir ve çevresine yabancılaşmasını engeller.
Ama özellikle kendi yaptığınız müzik bunu sağlar.
Tıpkı armonide hissedilen uyum benzeri, bizzat yapılan en acemice müzik bile yaşamla uyuma yani mutluluğa olanak sağlar.
Mandolinle başlayan müzik serüvenim, mızıka, akordeon ve gitarla devam etti.
Sonunda sesine aşık olduğum gitarda karar kıldım, yıllarca çaldım söyledim ve sonra sustum.
Yeni aldığım pikap ve piyasaya yayılan, ucuzlayan plaklar beni salt dinlemeye yöneltti.
Her cuma akşamı, konser salonunda dünyanın en önemli orkestralarını ve virtüözlerini takip ettim ve dinledim.
Dernek kurup, bir avuç arkadaşımla klasik batı sanat müzik konserlerini fakültemize getirdik.
Evimde, geniş cd koleksiyonumdan dünyanın en iyilerini dinledim dinliyorum....
Teknoloji dergilerine abone oldum müziği bana dinleten aletlere paralar döktüm.
Bir yarıştı bu, en mükemmeli yapan ve onu sunan aletler arasında onlarca yıl sürdü.
Bu gün evim teknolojik bir müze sayılır.
Sonra...
Saçlarım beyazlaştığı bugünlerde bana bir şeyler oldu..
Yeniden çalma müzik yapma isteği var içimde.
Nota kitaplarımı, gitarımı çıkardım ve her şeye yeniden başladım....
Ama ilginç bir fark duyumsadım bu yeni  müzik yapma isteğimde..
Kendim için yapıyorum artık, kimselere çalıp söylemek istemiyorum.
İçimde yerli yerine oturmadığını fark ettiğim,  bir şeylere uyum getirmek istiyorum sanki.
Sanki yaşamımın bozulan armonisini düzeltecek yeni akorlar peşindeyim.
Ama onu ben bulacağım ve ben seslendireceğim.

Çok güzel bir duygu bu....




























21 Ağustos 2013 Çarşamba

Ruhsal Okşamalar





Çocuklar, anne ve babanın onlara gösterdiği koşulsuz olumlu bakışı, sevgi olarak adlandırırlarmış.
Tıp, bunun eksikliğinin yarattığı ruhsal bozuklukları çok önemser ve de sayfalarca yazar.
O yazıp dursun.
Bence insanoğlunun, ' duygusal okşanma' olarak adlandırabileceğim bu ruhsal okşanmalara yediden yetmişe ihtiyacı var.
Özellikle ileri yaşlarda...
Ama nedense günümüzde bu yaşamsal gıdayı hep çocuklara ve gençlere sunuyoruz.
Bunca yılı geride bırakmış bir Kemal olarak hala her gün ve en az bir kere psikolojik bir okşanmaya ihtiyacım olduğunu itiraf ediyorum.
Ve de eleştiri yönelten bir kişiyi sevemiyorum.
Ya da daha doğru bir söylemle bir sonraki övgüsüne kadar sevmeye ara veriyorum... 
Neymiş efendim-tenkit ilerlemenin kamçısıymış.
Bence tam tersi, ilerlemenin frenidir!
Evrende acaba kaç kişi, hangi alanda olursa olsun, 'yine beceremedin' türünden bir tümceye mutlu bir kedi gibi mırıldanır?
Ya da dökülmüş saçlarıyla -Yahu yine kilo almışsın, ne bu halin diyen şaşkına, kim Allah razı olsun benim sağlığımı düşünüyor diyerek teşekkür eder?
Ve ona - yahu farkındamısın şimdi farkına vardım, kafan tuzluk gibi oldu.
Hep saç saçılıyor!
Çok yakında pırıl pırıl bir kel olacaksın yanıtını vermek istemez?
Ama insan, hüzün veren bir davranışla hep oynar.
Ve aslında bu iki yüzlülüğüne bile alkış bekler.

17 Ağustos 2013 Cumartesi

Yine Obur Karpuzlar Üzerine

 
 





Nietzche kafasında Niçin' sorusu olanların her türlü Nasıl' sorusuna katlanacağını ama asıl çetin olanın niçin sorusu olduğunu söyler.
Düşüncelerimi mümkün olduğunca kısa aktarma kaygısı kimi zaman anlam eksiklikleri yaratabiliyor.
Obur karpuz konusunu biraz daha açmak istiyorum.
Bir doktor olarak kendime, yaşam ve ölüm üzerine Nasıl sorusunu sorduğumda yanıt verebiliyorum.
Ardından Niçin dediğimde önce aklıma R. Dawkins'sin o meşhur bencil genleri geliyor ve sonra bu yeni bilgilerimle yine niçin dediğimde daralıyorum ve salt bana ait olan ve başkalarıyla paylaşmamam gereken bir alanda gezindiğimi fark ediyorum.
Tıpkı karpuz gibi benimde vücudum bir şey ya da birilerince şimdi bilemediğim başka nedenlerle kullanılıyor sanki.
Uzun yaşamak istiyorum ama kimi zavallı yöntemlerle sadece yaşlılığımı komik bir şekilde uzatıyorum.
Sanki sırıtarak seyrediliyorum.
Genlerim için basit bir biyolojik son olan ölüm, benim içim olağanüstü ciddi bir kaygı değil mi?
Ölüm olmasaydı yaşamda anlam' dediğimiz şeyin hiç bir anlamı kalmazdı.
Ölüme yazgılıyım bunu biliyorum ama acaba biteceğini bildiğim sonrası olmayan bu kısa zaman dilimini görece uzatmam ve güzelleştirmem mümkün olamaz mı?
İçinde yaşadığımız toplum bunun için hiç bir şey yapmaz ya da daha doğru bir söylemle yapmak istemez.
Ama ben evrensel anlamda çok ama çok küçük kimi çabalarımla başkalarınca programlanan bu yaşamı değiştirebilirim.
Kanımca bu bir başkaldırıdır ve insanca bir davranıştır.
Karpuz, yaşamını değiştirmek için sanki bir şey yapamaz görünüyor.
Acaba bende mi bir şey yapamam?
Ama en azından denemek gerekir.

Ve başkalarının koyduğu amaçlara inat kendime özgü kimi yaşam amaçları bir başlangıç olabilir.
Yaşamın amacı olarak görünen ölümün baskısı acaba ben ona doğru giden yolda gerçekleştirdiklerimle azalabilir mi?
Mutlu bir karpuz yaşamı istemiyorum. Ve ölüme giden yolu güzelleştirmeyi amaçlıyorum.
Yaşamı oburca yaşamak yerine yeterli' kavramının farkına varabilme sanatını

16 Ağustos 2013 Cuma

Obur karpuz



Yeterince yediğimizde doyarız.
Doyma ertelenebilen bir duygudur ve doymayı ertelemeyi alışkanlık haline getirenlere obur deriz.
Obur doyduğunun farkında olmayandır.
Yeterince yediğini farkedemeyenler gibi başarı ve maddi anlamda yeterin ne olduğunu bilmeyenlerde var.
Onlar kısır bir döngü içine sıkışır ve ötesinde nasıl bir dünya olduğunu hayal bile edemezler.
Seçtiği yolda yeterince yürüdüğünü fark edebilenler ancak farklı yeni bir bir yola gereksinim duyabilir.
Kimileri sürekli değiştirilen yollarda geçen bir hayatı anlamsız bulabilir.
Ama bence mutlu yaşam bitmez tükenmez sürekli bir arayıştan ibaret.
Arayışlar tükendiğinde, yaşam durağanlaştığında bunun tek bir karşılığı vardır.
Ölüm....
Ölüm yaşamın amacı olduğuna göre, yaşam ölüme doğru yapılan bir yolculuktur.
Ve bence en mutlu insan, yaşam yolculuğunda en fazla farklılık yaratandır.


Ama şu tarlada yan gelip yatan, salt beklemekle büyüyüp kızaran ve tatlanan karpuzlar var ya, işte onlar kimi insanlara çok kötü örnek oluyor.
 
 
 

15 Ağustos 2013 Perşembe

Bir aptalın anlattığı masal





Bilinç sahibi bir varlık, yaşamı üzerine düşünmeye başladığında, anlam kavramını karşısında bulur. 
Ve hemen ardından onun iki soruyu yanında sürüklediğini fark eder. 
Yaşamın bilinmezliği ortada dururken anlamını kavramak nasıl mümkün olabilir?
Eğer yaşamın bir anlamı varsa, salt benim onun hakkında verdiğim bir hüküm hepimiz için geçerli olabilir mi?
Zaman aktıkça ,tümüyle farklı yeni anla
mlar peşine düştüğümü görüyorum.
Ve sanki her birey, hemen ötesinde gerçekleşen yaşamı kendi kişiliğinin ve bilgi birikiminin açtığı bir pencereden anlamaya çalışıyor ya da anlamlandırıyor... 
Yoksa yaşamın bir anlamı yok mu? 

' Sön kısa mum sön!
Hayat yürüyen bir gölgedir ancak, zavallı bir oyuncu ki sahnede
Çalımla dolaşarak saatini dolduruyor
ve sonra duyulmuyor bir daha 
Bir aptalın anlattığı masal ki
Sırf kuru gürültü ve şamata
Hiçbir anlamı da yok.' Macbeth 5. perde 5. sahne 

Macbeth'in bu ünlü söylemine katılamıyorum. 
Bence, özgün bir yaşam sürebilen, yani kendi hikayesini yaratabilen her kişi anlamlı bir yaşam sürmüştür. 
Ama başkalarını buna inandırmaya çabalamamalıdır.

14 Ağustos 2013 Çarşamba

Değiştim !




İnsan ömrü zamanla ilişkisine göre iki ya da üçe bölünmüş.
İlki, geçmek bilmeyen, aylar ve yıllarla dolu.
Her şeyi sonsuz kere sonsuz yaşayacakmış gibiydim sanki.
Bir günü bile, bitmez tükenmez görünürdü gözüme.
Ama sonrasında günün birinde bir şeyler oldu zamanı takip edemez oldum.
Sanırım çocukluktan gençliğe geçmiştim.
Hızla akan bir nehir, beni sürüklüyordu, gitmeyi amaçladığım yerlere.
O yerlere ulaştım mı ?
Fark bile etmeden geçip geride mi bıraktım bilemiyorum.
Çok sonra, ancak bugün, baş döndürücü bu akışı yavaşlatabildiğimi görüyorum.
Acaba ne değişti?
Çoğu anlamsız amaçlar arasında çekirge gibi zıplamışım.
Arada geçenleri hiç anımsamıyorum.
Bugün fark ettim ki, insan bir günde bile birçok yılın verebileceğini sandığı güzelliklere sahip olabiliyor.

Sabahları toprağın kokusunun ne denli güzel olduğunu anımsadım, sessizliği fark ettim,
gökyüzünü, yıldızları,
doğan güneşi,
taze ekmek kokusunu, odun ateşinin çıtırtısını, kokusunu,
sabaha seslenen kuşların neşesini çok özlemişim.

Değiştim, çünkü artık bunları fark edebiliyorum.
Umarım kalan yıllarım böylesi uzun ve bana coşku veren güzelliklerle dolu olur.
Umarım yapacağım, seveceğim şeyler hiç bitmez ve hep ümit edebilen bir insan olarak yaşarım

















31 Temmuz 2013 Çarşamba

Mecburiyet üzerine




Zorunlu ya da eski haliyle mecburi kelimelerini ve yaşamımdaki izlerini hiç sevmedim.
Zorlayıcı, haksız ve çoğu kez ayrıcalıklı olan bu uygulamalardan ne ben 
ne de çevremin yarar gördüğünü sanmıyorum. 
Yirmili yaşlarımda ve dördüncü sınıf tıp talebesi olarak doğuda kısa bir süre mecburi hizmetli olarak çalıştım.
Hiç bir klinik bilgim olmadan, salt teorik bilgilerimle tanı koymaya ve tedavi etmeye çalıştığım o kalabalıkları düşünüyorum.
Kimbilir geri dönüşü olmayan ne zararlar verdim insanlara.
Iğdır sağlık ocağında ilk günüm, heyecandan hatta korkudan elim ayağım titrerken çok ama çok genç, hatta tahminlerinizin bile ötesinde genç bir kız babasıyla içeri girdi....
Aman allahım, söylediklerini okuduğum kitaplardaki hastalıklardan hiç birine uyduramıyorum. 
Sabahları uyanamıyor, geceleri uyumuyor. Önce üşüyüp titriyor, sonra terliyor. Sık sık kusuyor, karnı göğsü başı hatta her tarafı ağrıyor. Neredeyse bir hasta hakkında o güne değin duyduğum tüm semptomlara sahip bir kızcağız!
O kocaman gözleriyle bana birşeyler anlatmak istiyor ama ne?
Kara kara düşünüp, önümdeki kitabı karıştırırken, yanımdaki yaşlı hastabakıcı bayan kızın babasına duyurmadan kulağıma eğildi ve
-Doktor bey bu kız evlenmek istiyor, mutlaka bir yavuklusu var ve o nedenle  bunları söylüyor, benzeri çok hasta göreceksiniz!
Sonrası tümüyle tıp dışı bir söylem oldu. 
Babası ile konuşurken kızın o aydınlanan ve ışıldayan yüzünü hiç unutamıyorum.
Bir çok kıza böylesi yardımlarda bulundum. 
Ama bir gün çok yaşlı ve iki büklüm bir kadın, bütün havamı kaçırdı.
Karşıma oturup o güne değin duyduğum en karmaşık ve en saçma şikayetlerini birbiri ardına sıralarken, dehşet içinde önce bu yaşlı kadına, ardından hastabakıcı kadına baktım. 
Ama o da benim gibi şaşkın, başka bir yöne bakıyor.
Uzun, sıkıcı ve derin bir sessizlık  ağır ağır geçti.
Sonunda yaşlı kadın kulağıma eğildi ve şunları fısıldadı 
-Doktor bey, kocam beni çok çalıştırıyor, çok yoruyor ve dövüyor... 
Kulun kölen olayım, dövmesin, biraz dinlendirsin, bal, kaymak yedirsin.
Ne söyledim, reçeteye ne yazdım şimdi anımsamıyorum.
Zor günlerdi benim için.

Ama yaşamımda, anlamsızlığını ancak bu yaşlarımda görebildiğim, kimi  sorumluluklarımın yarattığı mecburiyetlerimi düşündüğümde , en büyük zararı onlardan gördüğümü fark ettim.
Geç bile olsa bunu fark etmek güzel bir duygu.




30 Temmuz 2013 Salı

Aslan Damat



Komşumdan dinledim; Ahırını çok iri fareler sardığında, kapandan zehirli yeme kadar uyguladığı türlü yöntemlerden hiç bir yarar sağlayamamış. 
Sonunda mahallenin bu alanda en itibar gören kedisini ödünç alıp, içeri salmışlar.
Önce derin bir sessizlik, ardından müthiş bir gürültü... 
Gürültüye kedinin feryatları eklenince çaresiz kapıyı açmışlar. 
Biçare hayvan uçuşan tüyleriyle perişan, yerlerde sürünen karizmasıyla bir anda gözden kaybolmuş.
Günler sonrası, koca kafalı siyah beyaz lekeli bir kedi ortaya çıkmış ve yavaşça o ahırın  aralık kapısından içeri süzülmüş....
Yine büyük bir gürültü ama bu kez, kapıdan çil yavrusu gibi kaçışan o kocaman fareler olmuş.
Ve sonra ardından ağzında iri bir fareyle, hane halkının tezahüratları arasında ortaya çıkmış.
Bu ziyaretler günlerce ve günlerce, fareler tümüyle tükeninceye kadar sürmüş.
Ve sonra geldiği gibi birden yok olmuş.
Bir başka komşumdan o kedinin hikayesini dinledim.
Evini satıp köyü terk eden bir ailenin yanında, bahçesinde yaşıyormuş bir zamanlar.
Terk edilince, benim önümde uzanan ormana çekilip, orada yaşamaya başlamış.
Hiç yanıma gelmedi ama onun varlığını ya parçalanmış bir çöp torbası ya da alaca karanlıkta kaçan bir gölge olarak hep hissettim.
Yarı vahşi bu hayvana uzaktan ilginç bir saygı ve sevgi gelişti içimde.
Ve sonra birden ortalıkta daha sık görünmeye başladı.
Üç komşu, bahçede ateş yakıp et pişirirken bizi seyrettiğini fark ettim ilk kez. Sonra kahvaltı yaparken ya da akşam yemeğinde hep ayni şekilde uzaktan, bana bakıyordu sanki.
Sandım ki sığınacak kapı arıyor.

Onu, uçurumdan aşağı, ormana doğru Şanti'yle  birlikte giderken görünce her şeyi anladım, ama iş işten geçti galiba...
Bu yazıyı kendimi kandırmak için yazdığımın farkındayım ve lütfen yüzüme vurmayın.








26 Temmuz 2013 Cuma

Bir ritüel olarak çay





 , Darjeeling şehirden Hills Kraliçesi, Çay plantasyon ve bahçe, Batı Bengal, Hindistan, göster Stok Fotoğraf - 14882295   Himalaya çay plantasyonları

 

Çay törenlerinin kökeninde yaşamdaki en basit ve ve gündelik olayları bile estetik ve tören aracılığıyla soylulaştırma düşüncesi yatarmış.
Yapay tepeler, özenle yerleştirilmiş kaya parçaları, kademeli çağlayanlar ve küçük bir adaya bağlanan köprü ve bu bahçenin en önemli unsuru olan Japon çay evlerini ve çay ustalarını anımsadım.
Asimetri içerisine yerleştirilmiş özgün bir simetri.
Dikkat çekmeyen sade ve özgün bir zevk.
Ünlü bir çay ustası bu düşünceyi şöyle özetlemiş; 'Kendi içlerindeki büyük şeylerin küçüklüğünü duyumsamayanlar, yaşamlarında karşılarına çıkan kimi küçük şeylerin büyüklüğünü fark edemezler.'
Yaşam hızla akıp gidiyor, hatta geçen yıllar ardımda çoğaldıkça daha da hızlı akmaya başladığını fark ediyorum.
Bunun en büyük nedeni çocukluk ve gençlik yıllarımdaki farkındalığımın azalması mı acaba? Giderek hiç bir şey eskisi kadar derinliğine ilgimi çekmiyor ve onlara vakit ayırmak istemiyorum.
Her şey daha önemsizleşti ve sıradanlaştı.
Yaşamı yavaşlatmam ve her anın keyfini çıkarmam lazım. Bunu biliyorum ama hep bir dakika sonrası, bu anın tüm ışıltısını yok ediyor.
Gün batmaya başladı, birazdan etraf daha da sessizleşecek.
Çay suyum kaynamaya başladı. Artık ısınmış olan çaydanlığımın içinde afrika kıtasının tek önem kazanmış elle toplanan Kenya dağının çayı var.
Demlenmeyi bekliyor.
Tahta tepsime, üstünü kumaş peçeteyle örttüğüm çaydanlık ve demliği ayrı ayrı koydum. Çok bekletmeden (4 dakika geçmeden) gözlerimi kapatıp, şarap tadar gibi bir yudum alarak, ondaki limon aromasını duyumsamaya çalışacağım.
Bu ayrıntıların böylesi önemsenmesi farkına varmadan insanın yaşamını güzelleştiriyor.
Çay, su ve ateşle yapılan minicik bir ritüel ama yüzlerce küçük önemli ayrıntılarla dolu.
Gerçek bir çay tiryakisinin büyük sanatçılarla ortak özelliği ayrıntı sevgisidir.
Aziz İgnacio de loyola'nın mezartaşında şöyle yazıyormuş;
''En büyüğünü yapabileceği halde,
En küçüğünü yapmak Tanrısaldır....

Elimde fincan uzun uzun düşündüm. En büyüğünü yapabilecek yetenekte olanın, yaptığı küçüğün büyüklüğünü ve içerdiği muhteşem ayrıntılarını düşündüm.

24 Temmuz 2013 Çarşamba

Bir şey yapmalı






Moğolların şarkısı günlerdir dilimde, ''bir şey yapmalı'' diyorlar hep bir ağızdan.
Ne ilginç  ve ne güzel şeyler yapılıyor aylardır. 
Yenilgiyi kabullenmişken sanki küllerinden yeniden doğan bir gençliği şaşkın izliyorum.
Kimileri duyduğum gururla gözlerimin yaşlarla dolmasına neden olurken, kimileriyle ayni yöne baktığım için bile kendimi alçalmış hissediyorum.
İnsanoğlu çok ilginç bir varlık, biteviye oynuyor ve her durumu kendine rant sağlamada ne güzel kullanıyor.
Ben 68 kuşağıyım. Bütün talebelik hayatım başkaldırılarla geçti. 
Neler gördüm, yaşadım neler. 
Bugün baktığımda hiç bir şey değişmediğini görüyorum...
İnsan her devirde ayni insan.
Dolabında, smokin yanına bit pazarından aldığı eskimiş asker parkasını asan, gündüzleri parkasını geceleri smokiniyle hava atan eski bukalemun kılıklıların yeni versiyonları, bugün yöntem değiştirmiş ortalıkta hala gezmekte.
O günlerin, düşüncelerini eylemleriyle taçlandıran, yaptıklarına içtenlikle inananları hapislerde sürünürken, bukalemunları daha sonra 5 yıldızlı otellerin kapılarını aşındırırken ya da sosyete güzelleriyle gazete sayfalarında gördüm. Hapislerde yatan eski dava arkadaşlarıyla hiç ilgilenmediler. Çünkü onları hapse atan güçlerin yanına geçmiş  ve onların en büyük destekçileri olmuşlardı.
Bir şeyler yapanlar ve  bir şey yapıyormuş gibi gibi yapanlar nasıl ayırdedilir diye düşünüyorum günlerdir.
Acaba geçmiş deneyimlerim bana yardımcı olabilir mi?
Bukalemunları düşünüyorum...
Çok konuşurlardı hem de güzel konuşur, yazar ve de çok tenkit ederlerdi arkadaşlarını. 
Ama ortalık karıştığında mantıklı görünen bir nedenle ortalıktan yok hemen olurlardı. 

Bir başka konuşacakları, retoriklerini işletecekleri güne kadar.

5 Mart 2013 Salı

Ben iyiyim ve çok iyi bakılıyorum






Yaşamda en büyük kazançlar ve değerler en az takdir edilenlermiş.
Varlığından bile habersiz olduğum, ya da bir kenara atıp unuttuğum böylesi nice değerleri, hasta yatağımda yatarken anımsadım.
Baş ucumda iki yıldır büyümeye çabalayan kartopu'nu fark ettim bugün, pencereme kadar uzanmış, yeşil yapraklarıyla sabahın ilk ışıkları altında ne kadar güzelmiş.
Çok yakında, ilk çiçeklerini ve kokusunu sunacak bana.
Varlıklarından şüphe ettiğim, hatta çabucak unuttuğum, başka birine nakledemediğim ama belki yaşamım için en yüksek ve en gerçek olan kimi değerleri yeniden farkediyorum bu sabah birbiri ardına.
Bir şeyi daha farkettim dün akşam.
Ameliyat öncesinde, kaygıları ne dindirebilir sorusuna artık bir yanıtım var.
Bilim ve teknoloji insanın canını kurtarabiliyor ama hiç bir şekliyle kaygılarını yok edemiyor.
Çok güvendiğim felsefenin de böylesi durumlarda pek bir işe yaradığı söylenemez.
Düşünürlerin kaygılarının doğurduğu felsefelerin, benim bunalımlarımı bir an unutturmak dışında pek bir yararı olmuyor.
Nerde kaygı varsa, derlerki hemen ardından din gelir.
Kaygılı kişilerin bilinçlerinin ulaştığı nokta, sanırım çoğu kez dinden alacağı yardımla ters orantılı oluyor .
Bunalımla karşılaşan kimi inançlı kişilerin inançlarının zayıfladığı, kimi inançsızların ise sonraki yaşamlarında tüm yürekleriyle dine bağlandıkları görülmüş.
Eğitimin yükseklerde olmasının da kaygıları gidermede en ufak bir etkisi yok. Belki, kaygıyla karşılaşmadığı zamanlarda, o kişi tıpkı felsefe benzeri sınırlı akıl yürütmelerde bulunabilir, o kadar.
Sahip olduğu kültür değerleride bireyin kaygılarını yok edemiyor. Ama hiç yararsız da diyemiyorum.
Özellikle onlardan bir tanesi, benim bu kaygılı günlerimde en büyük yararı sağladı ve ona sığındım.
Sanat ve özellikle sanatın müzik yaratılarının, tümüyle olmasa da kaygılarımı dağıttığını, uzaklaştırdığını gözledim.
Gelelim sonuncu ve de belki en önemlisine;
Ben ve sen ilişkileri, bunalım günlerinin en yararlı ögelerinden birisi sanki.
Çoğu kez akılla açıklanamayan sıcak duygusal bir ilişkidir bu.
Kaygıların soktuğu bunalımların karanlığını açan.
Çok teşekkür ederim beni arayarak mesaj yazarak, gelerek defalarca beni mutlu kıldınız.

İyi ki varsınız...

15 Şubat 2013 Cuma

Ahlak ve Etik üzerine


Kahvaltı en sevdiğim öğündür.
Ailenin ortanca çocuğuyum ve bu nedenle tüm ayak işleri belirli bir yaşa gelinceye kadar hep bana yıkıldı.
Pazar sabahları düzenli olarak ya katmer ya da simit yerdik.
Parlak beyaz bir hamuru başının üstünden çevirip, mermere çarparak neredeyse kelebek kanadı inceliğe getiren ve sonra kat, kat kaymak ve fıstıkla bezeyip pişirilen bir mucizedir antep katmeri .
Cadde üzerinde meşhur bir simit fırını vardı. Beş kuruş fazla verildiğinde simit hamurunu susamın (küncünün) üstünden iki kez geçirildiğini anımsıyorum.
Nefis şeylerdi, o tadları bir daha hiç alamadım.
Bir gün, yine sabahın erken saatlerinde, rutin simit seferlerimden birisini yapıyordum, tuhafiyecinin (o zamanki adıyla) vitrin camının kırıldığını ve bir çok malzemenin yola saçılmış olduğunu gördüm...
Ayağımın altında bir çift ışıltılı kol düğmesi bana bakıyordu.
Ve etrafta kimsecikler yoktu.
Alıp cebime koydum !
Sonrası gün boyu herkes neyim olduğunu sordu.
Betim benzim atmış dolaştım durdum ve sonra attığımı hatırlıyorum.
Yıllar sonra Platon'un devlet kitabında, Gyges ve onu görünmez kılan yüzüğünü okuduğumda önce yüzüm bir kez daha kızardı.
Ama kitap bittiğinde Gyges'in hikayesi, derinlere gömdüğüm beni çok utandıran bu anımı yok etti.
Çünkü anladım ki ahlak özgürlükle çok ilintili bir şey.
Ve iki yüzlü ya da ihtiyatlı davranan bir kişi toplum tarafından ahlaklı sanılabiliyordu.
Bugün, Gyges'in yüzüğüne sahip olduğumu hayal ediyorum, yani dilediğim zaman görünmez olabilsem...
Suç işlemenin dayanılmaz, baskısına hatta güzelliğine ne kadar dayanabilirdim?
Platon, Ahlakın yalnızca makyajlı bir erdem, bir yanılsama olduğunu varsaymaktadır.
Ahlaklı olup olmadığımı sadece ben bilebilirim.
Ve bencil doğalar, bunu hep işine geldiği gibi yanıtlar.
Kafa karıştıran ahlak kavramı ancak bir etiğe sahip olarak bireylere yararlı kılınabilir.
Ne yapmalıyım ahlakın sorusudur.
Nasıl yaşamalıyım ise etiğin.
Etiğin ahlaka yaklaşımının benzerine, Descartesin ünlü metafizik düşünceleri kitabının girişinde rastlarız.
Yükselmek, yükselmek olaylara yukarıdan bakabilmek.
Geleneksel ahlaka sahip bir kişi, laik ahlaka sahip ötekinin kimi söylemleriyle şoke olabilir.
Ama özgür bir bilinç ve düzeyi yüksek bir bilgiyle yaşamını sorgulayabilen kişi aslında kendi ahlakın sınırlarının bile ne denli güvenilmez olduğunu hemen farkeder.
Anadolunun kimi cinsel gerçekleri bir tabu gibi hiç konuşulmaz. Daha doğrusu böylesi geçmişi olanlar bu konunun açılmasını istemediği gibi açanları da çok sert bir şekilde suçlar.
Ahlakın felsefesi olan etik bu çarpık sanılan gerçekleri özgür bir şekilde sorgulayarak, nedenlerini bularak insanların yaşamlarını ipotek altına alabilen böylesi tabuları yıkabilir.
Eğer özgürlük diye biteviye sesleniyorsak, bunu ahlaki alana sokabilmeliyiz.
İyinin ve kötünün koşulu hep özgürlüktür.
Ve kötünün yerini, iyinin almasını isteyenler eninde sonunda özgür düşünceyle ahlaklarını sorguladıklarında bunun gerçekleştiğini göreceklerdir.
Bunun adı etiktir.
Ve mutlu bir yaşam için şarttır.

7 Şubat 2013 Perşembe

Mutlu kılan sevgi ya da sevgili





Benim kedim asık suratlıdır.
Alnından gözleri arasına uzanan çok sayıda koyu siyah, çatılmış kaşlar, çıkık çenesinin yarattığı aşağı bükülmüş gibi duran ağlamaklı bir ağzın hemen yukarısında, gömük bir burun ve hep hayretle açılmış gibi duran yuvarlak koskoca mavi gözler.
Yakından tanımayanlar ona çirkin diyebilir, hatta ötesinde korkunç kelimesini bile yakıştırabilirler.
Onun insan muadilleri bir gece kulübünde garsonun gözlerinin içine bakıp hesabı istese-estağfurullah- beyim ne demek, burası sizin, şeref verdiniz yine bekleriz yanıtını alır.
Kucağıma atlamaz, ama beklemediğim bir anda yanıma gelip kuyruğunu şöyle bir dolayıp uzaklaşabilir, gördüğüm en egoist canlılardan birisidir, gel derim sadece bakar sonra gelmesine ilgimi kaybettiğim anda koşarak gelir.
Sanki yaşamla ilgili birçok gündemi vardır çok meşguldür ve benim isteklerimi hep sıraya koymuştur.
Ona bir an olsun sahip olduğumu düşünemedim. Evimde barınıyor, yemeğini ve tüm rahatını sağlıyorum, tüylerini tarıyorum kum kutusunu temizliyorum.
Ama sanki bütün bunları o istemiyor da ben yapmaktan hoşlanıyormuşum gibi komik bir duygu içerisindeyim.

Bu sabah, soba başında arada alevlere bakıp kitabımı okurken, Şanti her zaman olduğu gibi yanı başımda uzanmış uyuyordu.
Birden onun gözlerini üzerimde hissettim.
O asık surat böylesi bir yumuşaklık ve şefkate nasıl dönüşebilir anlamak mümkün değil.
Orada, o bakışın arkasında gizlenen, sevgi dolu bir ruh beni gözlüyordu sanki.
Dakikalarca birbirimize baktık, sonra o ardına kadar açılmış gözler hafifçe kısıldı ve odamın sessizliğinde coşku dolu bir mırıltı yükseldi.
Neden, neden acaba böylesi uzun bir bakışın ardından ne gördü ve ne duyumsadı da mırıltılara boğuldu benim sevgili kedim.
Acaba kendini çok mu mutlu hissetti?
Böylesi mutlu kılan bir sevgiye nasıl ulaşılabilir, insan doğası buna uygun mudur acaba?

30 Ocak 2013 Çarşamba

İnsan doğası




 

Bilge kelimesine etimolojik açıdan baktığımda onun bir bilgi olduğunu görüyorum. Epiküros'un söylediği gibi, akıl ve düşünceyle de ilintili bir bilgi.
Aklımızı kullanarak, düşünerek elde ettiğimiz hangi tür bilgiler bizi bilgeliğe ulaştırır acaba?
Yöntemleri belki ama bilimlerin hiç birisinin bizi bilgeliğe ulaştıramayacağını çok açık bir gerçek.
Ben bilgeliğin ulaşılacak, ortak bir değer olduğuna da inanmıyorum.
Felsefe yaparak (sorgulama anlamında) yaşamı öğreniriz.
Bu bir yoldur ve yaptıkça onun amacı olan iyi yaşama yani bilgeliğe yaklaştır.
Her birimiz yaşayarak hikayeler oluşturuyoruz.
Ve iyi yaşamlar üzerine ulaştığımız bilince göre değişen kimi güncel kararlar verip uyguluyoruz.
Ama bunların nadiren bilgece yazılmış sanat eserleriyken çoğu kez ayni matbaada basılmış sıradan birbirinin tıpkısı kitaplara benzer.
Hangi tür bilgeliği seçmeliyim acaba?
Kitaplar ve de geçmişin bilgelerinin hiçbirisinin bu konuda bana hiç ama hiç bir yararı olamaz.
Çünkü bu dünyada ben hiçbir kimseye benzemem. Benzetilmeye çalışsamda doğamın bana verdiği içimdeki, biriciklik her fırsatta her yaşta filizlenmeye çalışır.
Bu yaşıma kadar, hep biraz daha iyi, biraz daha az kötü, mutlu ve özgür bir yaşama nasıl sahip olabilirim sorup durdum.
Yanıtı aşağıdaki düşüncede buldum...

''Bilge bizden daha mutlu olduğu için hayatı daha çok sevmez, yaşamı daha çok sevdiği için daha mutludur.''

Ama itiraf etmem gerekir; yaşam içinde sevmekte en zorlandığım hatta başaramadığım şey, insan doğası oldu.