8 Nisan 2014 Salı

Yeldeğirmeni


 



Ufuksuz bir yaşamdayım sanki
ne berisi ne de ötesi var.
Sonsuzluğa dönen
yel değirmenleri gibi,
zamanı  çevirir bir şeyler beklerim.
 
 


Yel bende  yaşar,
yel bende konuşur,
Sonunda yel ben olurum.

Umutlarım tükendiğinde
Yanıtlarım bittiğinde,
Yaşam üzerine
.                      
                                                        Kemal Türkmen
 

23 Şubat 2014 Pazar

Karşılıklı Sevgi Üzerine







İki gün önce, sevgili kızım Zeynep karşılıksız sevgi üzerine konuşmak istedi benimle.
Belli ki onu üzen birşeyler var!
Olmayan, eksik olan, kullanan ya da oynanan sevgiler demiyordu kızım , karşılıksız olanlardı onun derdi.
Düşündüm...
Bence evrende karşılıksız hiç bir şey yoktur aşk dışında.
Ama aşığın çabaları, evrenin en güzel şeyi olan karşılıklı sevgiyi yaratabilir.
Ve böylesi sevgilerde, aşkta olmayan bir özgürlük vardır.
Arkadaşın hatta baban ya da annen seni sevmiyorsa sen de onu sevmeyerek kendiliğinden bir karşılık verebilirsin.
Ve Zeynep'in bu soruyu sorduğu günün sabahında güzel kedim Şanti kucağımda son nefesini verdi.
Göğsümde hissettiğim minicik kalbi durdu karanlık gecede ezanlar okunurken ve bana bakarken.
On yıl birlikte yaşadık.
Ona hiç bir şey öğretemedim, içgüdüleri ne emrettiyse onu yaptı.
Mavi gözleri, uzun tüyleriyle çok güzel bir kediydi.
Ama ilk günlerde onu sadece beğeniyormuşum . Zamanla garip bir şekilde, onun sevgisini kazanmak istediğimi fark ettim.
Hiç bencil değildi, salt doğasına uygun yaşamak istiyordu ve bunu anlayıp saygı gösterdiğimde, artık beni sevdiğini anladım.
Emir vermemden hoşlanmıyordu, zaten versemde dinlemeyeceğini fark ettim.
Kediler çok erken çağda 'ben de varım' diyebilen ve bunun için durmaksızın mücadele verebilen şanslı hayvanlardır. Şanslı diyorum çünkü kanımca bu mücadeleyi verebilecek bir iradeye doğuştan sahiptirler.
Bir anne çocuğunu önce emzirir, sonra bir kaşık yardımıyla mamasını yedirir.
Bebeğin günü geldiğinde, annesinin tuttuğu kaşıktan yemeği reddetmesi, bir gelişme ve özgürlük isteğidir.Çocuğun giderek artacak olan bağımsızlığının ilk tomurcuklarıdır.
Etkenliği biteviye engellenen çocuk, edilgen bir kişiliğe kolayca kayabilir.
Ve karşılıksız sevgiyi doğal bir hak olarak görmeye başlar ve hep ister.
Bir kedi edilgenlikten içgüdüleri sayesinde kurtulur ve doğasına uygun olarak yaşar.
Ya içgüdülerini yitirmiş insanoğlu ne yapmalı?
Marx 'İnsanlar kendi tarihlerini yapar' der. Ama ne yazık bunu canımız istediği gibi yapamayız.
Yani geçmişten bize kalan koşullar ne ise ancak onun doğrultusunda eyleyebiliriz.
Edilgen bir yaşamın en güzel örneğini köpeklerde görürüz. Onlar asırlar önce ilk insanlar tarafından ehlileştirilen hayvanlardır.
Bir köpek ne denli insan gibi davranırsa yani ehlileşirse o kadar sevilir.
Ama kanımca sadece sevgi vererek sevgi bulur insan.
Günümüz insanları sevgi vererek sevilmenin yarattığı mutluluğu, sevgi vermeden sanki alışveriş yapıyormuşçasına duyulan hazlarla karıştırıyor sanki.
Noktayı koyduğumda sevgili kızım aradı.
Konuştuk...
Kapattığımda gülümsüyordum mutlu mutlu.
Seviyorum ve seviliyorum.
 
 
 
 
 

10 Şubat 2014 Pazartesi

Uçurtmalar


 
 







Ne çok yıl geçti uçurtmas'ız.
Bugün bile, gökyüzünde özgürce salınan bir uçurtmaya saatlerce bakabilirim.
Uçurtmam hazır…
Yarın rüzgar tepesinde deneyeceğim.
İlkbaharın geldiğini ve gittiğini rüzgarlar söyler bana.
Üşüme ve serinleme arasında gidip gelinen garip bir mevsimdir o.
İncecik sapları üzerinde salınan yulaf otlarına baktım.
Sanki uçurtma uçurmak için iyi bir hava olduğunu söylüyorlar.
Garip bir coşku kaplıyor içimi. 

Gökyüzünde beyaz bulutların arasında, gökkuşağının renkleriyle, incecik tek bir ibrişimin ucunda nasılda mutlu süzülüyor uçurtmam. 
Kendimi düşündüm, geçmişimi geleceğimi özgürlüğümü sınırlayan, kısıtlayan beni kukla gibi oynatan binlerce ipi düşündüm.

Uçurtmaları böylesi sevmemin nedeni hiç bitmeyen bir özgürlük özlemi olabilir mi ? 
Sonra elimde tuttuğum ip gözüme takıldı...
Kendimi kandırıyorum yahu...
Onun da benden bir farkı yok.


 
 
 
 
 

24 Ocak 2014 Cuma

Köpekçe ve kedice yaşamlar üzerine





Dayanmaya çalıştım.

Sanki başıma gelecekleri bilir gibi.

Ama mümkün değil, iç paralayıcı, çocuk ağlamasına benzeyen ses susmak bilmiyor.

Hava soğuk, hem de çok soğuk neredeyse sıfıra yaklaşmış.

Çaresiz, yağmurluk, çizme çıktık dışarı.

Yaklaştıkça ses daha da şiddetlendi ve onu gördüğüm de, o küçük ıslak şey ulumaya başladı.

İliklerine kadar ıslanmış, bir yavru köpek, taş duvarın dibine yapışmış rüzgarın yağmurun altında bekliyor.

Tam bir sokak iti...

Alın elinize bir köpek kitabı, karış karış tarayın.

Mümkünü yok benzerini bulamazsınız.

Yedi ceddi saf kan sokak iti.

Karışa, karışa bu topraklara has güçlü, dayanıklı, akıllı (zeki değil) bir soy ortaya çıkmış.

Renk anadolunun hakim bozkırları gibi. Alacalı sarı bir post, kafada düzensiz sarılar kahveler. Siyah uzun bir burun, ucunda belli belirsiz bir beyazlık.

Ama bakışları, bakışlarına kenetlendim bir anda.

Korku, panik ama hepsinin ötesinde derin bir hüzün algıladım o simsiyah parlak güzel gözlerde.

Önüne koyduğum üç dilim ekmeğin, ikisini ağzına aldı üçüncüsünün üstüne bastı korkuyla.

Sonra boğulur gibi önüne ne koydumsa yedi bitirdi, ve uyudu......

Ve yağmurla geldiği için Yağmur oldu adı.

Bir ay geçti yağmur2un nüfusuma kayıt olalı.

Bu sabah yine onu sevdim, yemeğini verdikten sonra yine biraz koşuşturduk.

Sonra koltuğuma kuruldum.

Bir elimde kahve fincanım diğer elimle onu severken, uçurumun ötesinde ufuğa yaslanmış zirveleri aklanmış dağları seyrediyorum.

Düşünceleri bile kovmak istediğim sessiz, sakin huzur dolu bir zaman geçiyor yavaş yavaş.

Evin kapısı aralandı ve Şanti'nin kafası göründü. İkimize öylesine kayıtsız hatta küçümseyici bir bakış attı ve sinir bozucu bir yavaşlıkla bahçeye doğru yürümeye başladı.

Yağmur hevesle kuyruğunu sallıyarak sayısız dostluk mesajlarından yeni birisini yolladıysa da, Şanti yüz vermedi ve bahçede gözden kayboldu.

On yıldır kedimle ayni evi paylaşıyoruz.

Ona ismi dışında tek bir şey öğretemediğimi fark ettim birden. Yıllardır kendi seçtiği yerde yatıyor. Mamaları belirli aralıklarla değiştirmezsem yemiyor. Canı isterse gelip kendini sevdiriyor. Ama ben sevmek istediğimde arkasını döndüğü çok oldu. Ama en uygunsuz bir anda da sürtünüp sevmemi istiyor.

Kimin kime sahip olduğuna dair şüphe uyanıyor içimde.



Köpekçe ve kedice ilişkiler üzerine düşünmek ve yazmak istiyorum....

 

 

 

 

 

 
 

Sears







Bu sabah köyden geçerken, bir çocuk ilişti gözüme yolun kenarında, oyuncak cipinin direksiyonunda neşe içinde geziniyordu.
Düşüncelerim bir anda onlarca yıl geriye, doğunun devlet çiftliklerinden birisine, çocukluğuma uzandı.
Issız bir arazinin ortasında, tek katlı evin salonundayız ailecek. Amerika'dan henüz dönmüş babam, kocaman, korsanların define sandığına benzeyen ahşap sarı metal atkılı bir bavulu açıyor.
Bugünün çocuklarının kaşını bile oynatmayan şeyler....
Bana kurmalı bir taksi, abime lastik tekerlekli bir karış boyunda bir cip, mont, naylon yağmurluk, ilk kez gördüğümüz ucu silgili kalemler falan filan.
Bir devlet memurunun sınırlı maaşıyla alabileceği şeyler.
Doğadan başka eğlencesi olmayan iki kardeş, bu oyuncakları yatağımıza hatta rüyalarımıza bile misafir ettik.
1953 model, yaşamımın bu ilk oyuncak taksisi sağlam ve zembereği çalışır durumda salonumun baş köşesinde hala duruyor.
Günler sonra, sandığın dibinde yüzlerce sayfalık, kalın bol fotoğraflı bir kitap bulduk.
Günümüz AVM' lerinin dedesi diyebileceğimiz, ünlü Amerikan Sears mağazalarının alışveriş kataloğu...
Bol resimli yüzlerce sayfalık bir kitap.
Bir solukta oyuncak bölümüne geldiğimizde, yaşamımda hiç hissetmediğim çok güçlü bir duyguyla tanıştım.
O şeyi istiyordum..
İçinde benim yaşımda iki çocuğun oturduğu, ışık saçan farları, lastik tekerlekleriyle o cipi ölesiye istiyordum.
Sevgili Babam, acaba ortanca çocuğuna göre son derece mantıklı olan bu isteğe hayır derken ne düşündü ?
O güne değin her isteği karşılanan ben, zenginliğimin ve mutluluğumun sınırlarının isteklerimin sınırlarıyla olan bu garip ve incitici ilişkisini nasıl anlayabilirdim?
Çikolata, şeker istediğimde alabilen benim babam, o çok güçlü babam neden o oyuncağı alamıyordu bana?
Para neydi ki acaba?
Kapitalizmin ilk berbat deneyimini orada, her yere uzak o çiftlikte Sears'ın kataloğuyla yaşadım.
Gözyaşlarım sevgili babamı kimbilir ne kadar üzmüştür.
Keşke bugün yaşasaydı ve onunla paylaşabilseydim.



 

 


26 Aralık 2013 Perşembe

Ankara'nın Bağları


Sabun kokan çarşafları koklayarak uykuya daldığım gecenin sabahı.
Kedi gibi uzun uzun gerinerek kalktım yataktan.
Sobama çıraları sıralıyorum, sonra kurumuş bir kaç ince çam dalı ve yosunlu meşe odunları.
Biraz açık bırakıyorum camlı ağır döküm kapağı.
Tutuşan çıralar, meşeler ve sonra salt alevler.
Sobam dan yayılan sıcaklık ve odada hafif bir duman kokusu.
.........................
Keyfim yerinde
Beyaz fincan, sıcak çay, sert kabuklu ekmek ve zengin sofram...
Kahve makinesinin gürültüyle öğüttüğü kahve çekirdeklerinden yayılan o muhteşem kokuyu içime çekiyorum, birazdan kahvem hazır olacak.
Bir şeyler oldu bana, önceleri böylesi sabahlarda salt sessizliği yeğlerdim kahvemi içerken.
Ama sonra, önce sonatlardan başlayıp, oda müzikleri, senfoniler derken eskiye döndüm ve yine klasik müzik dinlemeye başladım.
Ama bu sabah açık unuttuğum radyom dan bir türkü yükseldi.

Ankara'nın bağları
Büklüm büklüm yolları
Ne zaman zarhoş oldum da
Kaldıramıyom kolları
Köpeğim yağmurla karşılıklı oynamaya başladık bahçe de
Bakmayın siz benim oynadık dememe, karşılıklı sıçrıyoruz neşe içinde.

İki paradigma arasında çelişkilerle dolu bir dünya da yaşadığımı fark ettim bu güzel türküyle belki de yaşamımda ilk kez oynarken.
Bilincimi işgal eden iki paradigma çelişkileri (geleneksel ve modernite çatışması) ruhumda ne denli ontolojik psikolojik ve estetik uyumsuzluklara temel oluyor artık açık görebiliyorum.
Tüm geçmişimi dışarıdan gelen ölçütler ışığında yeniden değerlendirdiğimi fark ediyorum.
Sanki yeniden yaratmışım kendimi .
Öğünmeli' miyim ?
Üzülmeli miyim ?
Bir Japon, işi ve modern hayat tarzı ile batılıdır. Ama mahremiyetinin iç bölgesini oluşturan, aile hayatı ve görenekleriyle geleneklerine bağlı kalır; Öyle ki bu bölünme normal faaliyetlerini aksatmadığı gibi onu bir ölçüde aşırı sert sarsıntılardan korur.
Ama ben ya da benim gibi memleketin vasat entelektüelleri, iki bir kolostrofobi içindeyiz sanki.
Ve D. Shayegan'nın söylediği gibi, uygarlaşmış dünya tarafından tanınmak, evrenselliğe ulaşmak, bu boğucu ve güçsüzleştirici taşralılıktan kurtulmak isteriz hep.
İlerisinde olduğumuzu sandığımız bir kültür ve içine bir türlü giremediğimiz göz kamaştıran bir başka kültür arasına sıkıştık kaldık.
''Ne burada, ne orada; birinden kovulmuş öbürüne varamamış insanlar''

Ankara'nın bağları türküsünü bir daha bir daha dinlemek istiyor canım!
Ama komşum, sevgili komşum içeri kaçtı!

3 Aralık 2013 Salı

Bencillik ve Özgecilik






Kitap okurken bir kelime karşısında kalakaldım.
özgecilik.
Düşünmeye başladım, benzetmeye çalıştım, öz kelimesinden yola çıktım yine olmadı çaresiz TDK'ya başvurdum.
Diğerkamlık....
Yine utandım, yahu bu kelime, tanıdık olmasına tanıdık ama nereden gözüm ısırmakta ?
Belli ki yıllardır kelime dağarcığımda kullanılmadan bekliyor.
Ve ilginç olanı onu tanımlamak isteyenler, en iyi bilinen zıt anlamına yönelmiş hep.
Yani bencilliğin tersi demişler...
Sonra önüme gelene sordum, önce özgeciliği ardından diğerkamlığı.
Sadece yaşı biraz bana yakın olanlar, diğerkamlığı bir yerlerden sanki duyduklarını söylediler. Hepsi o kadar.
Herkesin bencil kelimesini bilip, sürekli kullandığını söylemeleri ama zıddını anımsamamaları günümüzün ilginç bir gerçeği olsa gerek.
Özgeciliği erdemli bir bireyin bilincinin yapıtaşlarından biridir diye bilirdim.
Bir darbe de burdan yedim...
Özgecilik (diğerkamlık) eğilimlerinin, bencil genlerimizle çatışacağı sanılırken tersine onun bu eğilimlerimizi şekillendirdiğinin keşfi bilim tarihinin en rahatsız edici keşiflerinden biriymiş.
Bu keşfi anlamak ahlağa olan bağlılığı temellerinden sarsabilir diyor Randolf Nesse.
Yani yerlerde sürünen ikiyüzlü bir ahlaktan bahsediyor.
Ve sonra devam eder ünlü düşünür; 'Bu bilimsel gerçeği kavradığımda iyi ve kötü anlayışıma bu denli hoyratça meydan okumayacak bir seçenek bulmaya çalışmaktan geceler boyu gözüme uyku girmedi'
Sokrates 'sorgulanmayan yaşam yaşamaya değmez demiş'
Bende sorguladım, özgeciliğe neden bencillik kadar aşina olmadığımı.
Vardığım sonuç, bencil genlerim aklımı kullansam da kullanmasam da beni avucunun içine almış yönetiyor. Bencillik ve özgecilik, genlerimin gerektiğinde kullandığı birer maske sanki.
Sadece ve sadece duygularım beni akılcı bir budala olmaktan korur diyor Nesse.

Öyleyse, şu yukarda yazdığım Sokratik özdeyişe inanmak şartmıdır?