28 Mart 2012 Çarşamba

Annem


Bugün içim sıkılıyor.
Aslında sıkılması için, o denli çok neden var ki.
Okumalıyım, ama ne okusam acaba?
Kitaplığıma bakınırken, soluk kırmızı, deri kaplı,  kenarında küçük kilidiyle onu gördüm.
On altıncı yaş günümün hediyelerinden, belki de en önemlisi  'hatıra defterim'.
Annemden başlayıp, kardeş, dost, arkadaş sevgili, özetle o günlerde yaşamımda olan herkesi o küçük deftere sokup, kilitleyip saklamışım.
Bir tutam hala ışıltısı sönmemiş kırmızı saç, yaprakları yolunmuş iki papatya ve daha neler, neler...
Büyük olasılıkla yeni kuşaklar böylesi defterleri anlamakta güçlük çeker.
Bunun nedeni geçmişin değerlerindeki değişim olsa gerek.
Annemin yazısını okuduğumda bunu apaçık gördüm.
Bakın o yılların annesi oğlunu nasıl görmek istiyor.
''On beş yaşını doldurduğun bu gün biraz hırçınlık yaptın, ama bu yaşının icabı. İnanıyorum ileride daha makul olacaksın.
Sen şimdi öyle bir yaştasın ki, çiçeklerin senin için açtığını, güneşin senin için doğduğunu zannediyor ve her kızdığımda, sana haksızlık yaptığımı sanarak üzülüyorsun.
Halbuki oğlum, dünya bildiğin gibi hayal dünyası değil.
Sen ömrünün yeşil günlerini yaşıyorsun. Allahtan dileğim, ömrün gölgesiz pırıl, pırıl yemyeşil bir cennet olsun.
Siz üçünüz için daima duacıyım.
Neşeli bir çocuksun, iyi kalplisin.
Sende Mustafa gibi gökteki ayı, doğan güneşi bile elde etmek isteyen bir hırs yok.
Küçük kardeşine de benzemezsin, sen benim en sakin oğlumsun.
.........................................................................................................
İyi niyetli, çalışkan, doğru sözlü, şahsiyet sahibi bir erkek olmanı istiyorum.
İnşallah olacaksın benim güzel oğlum...''

Yeniden okuduğum bu yazının en çarpıcı bölümü olan, annemin dileklerinin önemini yeni fark edebildim.
Dikkat edin, annem benden 'başarı' beklemiyor.
Ne kadar şanslı bir evlatmışım....

Merak ediyorum, günümüzün anneleri, oğullarına öncelikle ne diliyor acaba?
Bu yazıdan sonra farkına vardım, canımın sıkılması için aslında hiç bir neden yok...

21 Mart 2012 Çarşamba

Rüzgar tepesinin, rüzgar çiçekleri


Sorgulayan akıl, önünde apaçık duran görüntünün, daha derinlerine inerek yarattığı farkındalıklarla, özellikle varoluşa anlamlar vermeye çalışır.
Sıradan bir merdiven, bir araç olarak görülürken, ayni zamanda daha yüksek bir gerçeğe doğru yükselmenin gereğinin anımsatıcısıdır.
Yüzlerce binlerce simgeleştirilen obje,  bizi varoluşun evrensel gerçekleri üzerine düşünmeye  sevkederek bireyi evrenle uyum içinde yaşamaya yöneltir.
Rüzgar tepesinde nihayet anemon'lar açtı.

Nereye baksam, rüzgar çiçekleri, otların arasında kırmızı kırmızı ışıldıyor. (Anemos, Yunanca da rüzgar anlamına gelir).       
Ve rüzgar çiçeği, çok kısa olan ömrü nedeniyle, yaşamın gelip geçiciliğini temsil edermiş eski insanlara..
Çok Yakında, Uyku ve rüya tanrıları Hypnos ve Morpheus'un gelincik'leri açacak anemon'ların hemen ardından.
Ve onlar, kan kırmızısı renkleriyle,  kış mevsiminin ölümünü ve  baharın bereketini simgeleyecekler.

19 Mart 2012 Pazartesi

Sessizliğe uyanmak


Yağmurla uyandım.
Yoğun bir sis, verendamdan mor dağlara kadar her yeri yorgan gibi sarmış.










Sis ve pus , belirsizlik ya da uyanıştan önceki anın simgesidir.
Taoistler onu insanların aydınlanmadan önce geçmeleri gereken hale benzetir.
Neden bana hep, derin bir huzur duygusu ve mutluluk verir, bu puslu, sisli dünyalar...
Belirsiz bir geleceğin güzelliğine ya da çocukluğumun masallarına duyduğum bir özlem mi yaratıyor bu yoğun duyguları ? 

*Aksu ovası ,rüzgar tepesinden görünüm 18/3/2012  


15 Mart 2012 Perşembe

Kızım güzeldir, hem de çok güzel....

Doğa yasalarını gerçeklik duygumuzla, evrendeki uyumu ise güzellik duygumuzla kavrarız.
Hoş olan ya da olmayan, güzel ya da çirkini yaratan şeylerin, çoğu kez benim kavrayış eksikliğim ve algılama darlığım olduğunu gördüm. 
Doğa yasalarını kavrayarak, fiziksel güçler üzerinde hakimiyet kurarız. 
Ama ben böylesi bir hakimiyet yerine, gelişmiş bir güzellik duygusuna sahip olmanın mutlu bir yaşam için daha önemli olduğuna inanıyorum.  
İnsanların, dünyaya kendi çıkarlarının penceresinden bakma alışkanlığından kurtulduklarında, her yerde mevcut olan güzelliğe ilişkin doğru bir bakışa sahip olabileceklerine inanıyorum.
Kimileri, ağzından dışarı fırlayan kazma gibi dişiyle dünya güzeli kızımı çirkin bulabilir.
Ama hiç ama hiç öyle gelmiyor bana, tersine bu onun güzelliğini özgünleştiriyor.
Bize hoş gelmeyen çirkin olmak zorunda olmayabilir.
Salt iki kişi arasında yaratılan kimi güzellikler vardır,
keşke tüm evrene böyle bakabilse insan. 
Ancak böylesi bir duygu, dünyayı sevgi ile kavramamızı sağlayacaktır. 

Sonrası coşkudur.
Mutluluktur...

Yaban Sümbülleri


Dağlardayım.
Kışın soluk örtüsü, erken yazın yeşiline dönüyor yavaştan
Papatyaların beyazı,  seçilmeye başladı.
Çok geçmez, anemonlar silinir ve nazenin  gelinciklerin kırmızısı salınmaya başlar otların arasında..
Sonra, binlerce çekici koku rüzgarlara karışıp vadide gezinecek.
İlkbahar geliyor, kokusu, ışıltısı, ılıklığı ile  doğa gülümsüyor sanki.

Yaban sümbüllerini, birkaç santime  ulaşan boyları nedeniyle çoğu kişi tanımaz.
 Üstüne basılıp ,farkına varılamayan, çimenleri oluşturan çiçeklerdendir onlar.
Yıllar önce dağlarda, otların üstüne uzanmış gökyüzünü seyrederken, keskin kokularını algıladığımda tanışabildim.

Bahçem, pembe mor, kırmızı sarı, beyaz sümbüllerle dolu.
Güzel ve çekici kokuları var.

Ama yaban sümbüllerine her baktığımda ve kokladığımda, anlayamadığım, tanımlayamadığım bir mistik güzelliği algılarım.


13 Mart 2012 Salı

yaşam ne kadar güzelmiş !


Hala kulaklarımdan gitmiyor.
Son derece duygusal ve içtendi.
Yetmiş küsur yıldır görmeden baktığı  sonbahar  güneşini, kır çiçeklerinin  ve sararmakta  olan yaprakların   güzelliklerini  anlatırken şaşkındı.
Karıncaların, bilinçaltında belki de kendine benzettiği telaşlı koşuşturmalarında, farkına vardığı metafizik bir  boşluğu vurguluyordu.
Şimdi artık yaşamayan ak saçlı dostumun, renkli güzel gözlerinde gördüğüm derin hüzün beni düşündürdü
Soramadım, belki de cesaret edemedim.
Aslında o, yıllardır bilincinin derinlerinde çoğalan bir özlemini dile getiriyordu.
Bir şeyleri  yeniden fark etmiş ve yaşamaya başlamıştı.
Söylemini şu cümleyle bitirdi
Yaşam ne kadar güzelmiş!
İnsanoğlunun sadece çocukluğunda ve yaşlılığında, yaşamın güzelliklerinin farkına varabilmesi, belki de onun en ilginç özelliklerinden birisi.
En güçlü ve en olgun  dönemlerinde ise, şaşılacak bir şekilde duyarsızlaşıyor.
Yaşamının bugünde, düşüncelerinin ise ancak geçmişte dolaşabildiğini bir türlü anlamak istemiyor.
İçinde yaşadığı toplum ondan bilinmez bir gelecek için  şimdiyi  feda etmesini  önerir.
Verilen değişmez örnek,  kapıda üşüyen aç cırcır böceği ve içerideki varlıklı karınca.
Ama acaba neden hep uç noktalarda dolaşan, tembel bir cırcır böceği ve köle gibi çalışan karınca örnek seçilir.
Çılgınca çalışarak, toplumun önemli bulduğu bir takım sanal hedefler arasında sıçrarken bastığı toprağı bile göremeyen insanların çağı.
Çok şeye sahip olduğunu sanan, ama yaşlılık  günlerinde gerçekte sahip olması gerekenlere asla sahip olmadığını  bilenlerin yüzyılı.
Herkes gençleşmeye çalışıyor.
Ama sadece yaşlılıklarını durdurmaya çalıştıklarını  kimse anlamıyor.
Önceki yüzyıllarda toplumun değerli insanları yaşlılar iken, şimdi onları görmek bile istemiyoruz.
Yatırımın neden  çocuklar ve gençler üzerine yapıldığını düşünmemiz gerekir.
Onlar da yaşadıkları sanal dünyanın hiç bitmeyen  masallarıyla, hoyratça ve akıllarını kullanmadan en güzel günlerini yaşamadan bitiriyorlar
Farkına vardıklarında da yapacakları bir şey kalmıyor.
Bizi mutlu edecek bir felsefenin  salt akılcı ya da duyumsal bir temele dayanması gerektiğinde bende birçok düşünür gibi ısrarcı olamıyorum, belki sezgisel , akıl ötesi ve duyum ötesi şeylere de dayanabilir.
Dünyanın geldiği bu noktada  bütünleyici felsefelere ihtiyacımız  olduğu çok açık olarak görülmektedir.
Uzlaşma yolları bulmalıyız.
Tüm insanlar artık bilmeli ki, insanlık, tüm bilgeliğini  bilgisini, güzelliğini ve özellikle paylaşımcı ve bağışlayıcı sevgi ya da yaşam saygısını seferber ederse bir türlü elde edemediği mutluluğa yaklaşacaktır.*
Acaba akıl insanlara bir ceza olarak mı verildi.
Yoksa, akıl dediğimiz şey insanı diğer canlılardan ayıran hastalığımı?

8 Mart 2012 Perşembe

Sinan hoca köyü, düşünceler...



Alabalık vadisinden doğan Manavgat  çayı, Oymapınar barajında   durulup gölleşmeden hemen önce Sinanhoca'dan  geçer.
Burası ilk bakışta, Antalya’ya bu denli yakın olmasına karşın, doğallığını koruyabilmiş ender yerlerden birisi gibi görünür insana.
Kara kovan ballarına, makiliklerin ve dağ çiçeklerinin  kokusu sinmiştir sanki.
Her mevsim başka renklerde akan soğuk çayında, ürkek kırmızı benekli alabalıklar gezinir.  
Sonbaharda, buza çalan maviliğin  hemen ötesinde başlayan kayalık dağların gümüşümsü yamaçları,  ağaçlarda ve yerlerde gezinen  yaprakların sarı, kahve ve  kırmızılarıyla doğanın en güzel tablolarından birisini yaratır.
Dağların sardığı küçük düzlük neredeyse köyün tüm kültür tarihini toplamıştır.
Acaba şu ahşap evin yanında duran  mahzun selvi ağacının Afganistan dağlarından, zeytin ve incirlerin Filistin ve Suriye'den, üzümlerin Hazar denizi güney kıyılarından, geldiğini bilen var mıdır buralar da?
Her öğlen köyün küçük camisinden yükselen ses, yine çok ama çok uzaklardan gelen bir inancın çağrısını köye yayar.
Amerikanın keşfi, haçlı seferleri, kavimler göçü, yunan kolonileri, Roma imparatorluğu, Osmanlılar ve daha nicelerinin  dağların ortasındaki şu  küçük vadiyi ve kültürünü birlikte ve yeniden yarattığına inanmak zor geliyor insana.

Adı ne?


Birgün Richard Feynman * ve babası korulukta yürürlerken, 
Küçük Richard “Şu kuşun adı ne?” diye sormuş. 
Babası “Bunu yanıtlayabilirim ama sana ne yararı olur? 
Biz bir ad koymuşuz, Çinliler başka bir tane.
Bilimde önemli olan isimler değildir.
Kuşlar kanatlarını nasıl kullanıp uçarlar? Yavru kuşlar nereden çıkar. 
Kuşlar evrim sürecinde ne gibi değişiklikler geçirmişlerdir.
Önemli olan bu gibi soruların cevaplarıdır.” 

Böylesi bir anlayışa gereksinimiz olduğu kanısındayım. 
Bir kavramın simge olarak önemi, yarattığı sorulara verilebilen yanıtların değeriyle ölçülür. 
Gerçeğin adı ve ona ulaşmanın olanağı ya da olanaksızlığı ne yarar sağlayabilir ki?
Kimi şeyleri takip etmenin, onu ele geçirmekten daha önemli olduğuna inananlar için ütopyalar değerlidir.
Ama lütfen nüansı gözden kaçırmayın.
Ütopyanın kendisinden öte, onun yarattığı devinim değerlidir.
Amaçlarıma ben böylesi bir anlayışla bakıyorum.

*Richard Feynman (1918-1988) 1965 Nobel fizik ödüllü bilim adamı. 

Adam olmak ya da bir hiç olmak

Toplumun kimi yargılarını gereğinden fazla önemsemek kendimize olan güven duygularımızı azaltarak bizi endişelendirebilir.
Felsefecilerin düşüncelerine göre toplumların görüşleri çoğu konuda yanılsamalı ve hatalıdır.
Örneğin ayni kişiye farklı kişiler ‘adam olmuş’ ya da bir ‘hiç olmuş’ diyebilir.
Toplumlar para ün ve itibar sahiplerini genelde ‘adam’ gibi görürler.
Zenginliği bir şeyin bir kişide yeterince birikmesi olarak tanımlayabiliriz..
Ama sorun güzel bir yaşam için neyi ne kadar biriktirmeliyiz ?
Para, ün ve itibar sahibi olmak, adam olabilmek için doğru bir yatırım mıdır ?

“Beni zengin yapan, toplumda edindiğim yer değil kendi yargılarımdır, kendi yanımda taşıdıklarımdır... Yalnızca bunlar tam anlamıyla bana aittir ve elimden alınamazlar
Epiktetos milattan yüz sene önce böylesi bir yanıt vermiş.
Sahip olmak ilginç bir insani tutkudur.
Ama sorgulayıp nedenlerine ulaştığınızda aslında sahip olmak istenen nihai şeyin hep sevgi olduğu fark edilir.
Neden kendimize güvenebilmek için çevremizden onay bekleriz.
Neden bize yönelen gözlerde hep iyi niyet ve sevgi ararız ?
Hangi nedenle tepelerdeki kişilere vıcık vıcık saygı gösterirken bir nedenle aşağılara inenleri küçümseme alışkanlığımız var ?

“Siz doğruyu, yanlıştan ayırabilmek için, önce kendinizi iyice tanımaya çalışınız. Kendinizi tanımanın sağlayacağı yargılarınızın gücünden yararlanınız.
Hırslara ve üstünlük tutkusuna kapılmaktan sakınınız . 
İçinizdeki iyilik ve sevgi ateşini güçlendiriniz. “
Öğütlerin hep karşısında oldum ama, ‘adam’ ya da sadece ‘bir hiç’ olmanın yolu bundan daha güzel tanımlanamaz.

Koyunlar ve sürüleşmenin bedeli üzerine


Totaliter yönetimlerin hemen çoğunun yıkılmasındaki en büyük, etken özgürlük yokluğu ya da keyfi biçimde sınırlandırılmanın yarattığı mutsuzluklar olmuştur.
İnsanlar yaşam üzerine benimsedikleri reçetelerinin, faydaları hususunda pek tartışmak istemezler.
Belki de bu nedenle, ideal yaşam nedir soruma ayni yanıtı veren iki kişi bile çıkmadı diyebilirim.
Böylesi kurgulanan bir dünyada,  her bireyi kendi yaşam yolunun oluşturduğu bir eser olarak düşünmek ve saygı duymak hoşuma gidiyor.
Demokrasi, çok kaba bir tanımlamayla; toplulukların kendilerini eşit, özgür ve mutlu olduklarını sanmalarını sağlamak için bulunmuş bir sistemdir.
Ve bu sistemin kanımca en önemli işi, birilerine ‘kendi’ düşüncelerinden uzaklaştırıp, ‘bizimki’ dediklerini benimsediklerinde, sanki daha mutlu olacağına inandırmaktır,

Geçen ay, doğu vilayetlerimizden birisinde koca bir koyun sürüsü, liderlerinin peşinden uçuruma atlayıp ölmüş.
Herkes çok şaşırmış.
Ben şaşırmadım.
Sadece merak ettim.
Acaba kalan koyunlar, sürüleşmenin bedelinin, ölüm olabileceğini öğrenmiş olabilirler mi dersiniz? 

7 Mart 2012 Çarşamba

Öğütler ve öğütçüler


Bir kimseye yapması veya yapmaması gereken şeyler için söylenenler öğüt ya da nasihat olarak bilinir
Öğütçü ya da vaiz ise, vaazlarıyla nasihat verip dinleyenleri iyiliğe götürecek biçimde söz söyleyendir.
Doğada canlılar, iyiliğini istediği ötekiler için farklı yaklaşımlar sergiler ve kendinden örneklemelerle iyiyi gösterirken, insan böylesi durumlarda dilini yani bilincini, kültürünü kısaca onu oluşturan şeyi kullanır.
O konuşur,
O anlatır,
Ama neyi anlatır?
Bana göre öncelikle işine geleni...
İnsanoğlu, yüzüne geçirdiği çok sayıda  yüz ve yüzsüzlüğüyle, en kötüyü bile en iyi olarak sunabilecek nadir ve belki de tek canlıdır.

İtiraf


Hemingway, ‘Bilgeliğin, yapabilme gücünün ve kavrayışın sırrı alçak gönüllüktür’ demiş.
Merak ettim ve kendime sordum, yahu ben gerçekten alçakgönüllü bir kişi sayılabilir miyim?
Hiç sanmıyorum, kanımca çoğumuz, farkında bile olmadan, bu değerin kibir içerenini yani son derece ikiyüzlü olan üvey kardeşini yeğlemekteyiz.
İyi yaşama denk düşen, alçakgönüllü olmaya, yeterince önem de verdiğimiz kanısında değilim.
Latince karşılığı humilis ya da humus yani topraktan gelen bir kelime.
Doğayı yaratan, tüm zenginliklerin kaynağı olan yaşamın daha doğrusu iyi bir yaşamın kaynağı olan bir maddeyle özdeşleştirilmiş.

'‘Dinlemeyi bilmek; kendi konuşma ihtiyacımızı yatıştırıp, öteki insanlara, kendini ilgi ve saygı gören biri olarak görmesini sağlayan sessiz alıcılığımızı sunmak.
Doğal ve içten bir tebessüm.
Susmayı bilmek.
Doğayla iç içe olabilmek, kumlarda çimenlerin üstünde çıplak ayakla gezebilmek, toprağın kokusunu içine çekebilmek, ocaktaki korların, güneşin ısısını hissetmek…
Şükretmek…
Ve tükenmez bir şefkat duygusuna sahip olmak.’'

Bunlar mutlu olabilmek, iyi bir yaşantı sürdürebilmek için kendimize ve  başkalarına verebileceğimiz çok önemli armağanlardır diyor bir düşünür.
Ve  bunlar bende yok...

Giden gelmez dağları ve ölüm kaygısı


Alabalık vadisinde, çamlar arasındaki dar yoldan dere boyunca doğuya doğru yükseldiğinizde, bir süre sonra karşınıza bir köy çıkar.
Yalçın bir dağı arkasına almış, girişinde her an bitecekmişçesine titreyerek akan  çeşmesi ve ağaç  üzerine kazınmış ‘ Alabalık ve üzüm diyarına  hoş geldiniz ‘ yazısıyla, Üzümdere köyü.
Güneye baktığınızda, aşağılara uzanan bir uçurumun hemen ötelesinde, Giden Gelmez dağları her şeyi yaratmışçasına yukarılardan köye bakar.
Uçurumun dibinde, Üzümdere çayı kıvrımlar yapıp son derece sarp bir kanyonun içine dalar.
Biraz daha ötelerde vadi giderek daralırken, birden baş döndürücü bir yükseklikliğe tırmanan yan duvarlarla güneş görülmez olur.
Kanyonun güneyinden yayılan garip bir uğultu dikkat çeker.

Yaklaştıkça giderek artan bu ses, gökyüzüne dimdik tırmanan bir kayanın altından gelmektedir.
Manavgat,  buradan doğar ve kilometrelerce ötelerde denize dökülerek yok olur.
Sanki ayni anda doğumunu, gençliğini, erginliğini ve denize dökülüp gözlerden kaybolarak bir anlamda ölümünü yaşayan bir nehir var karşımda.
Ama gökyüzündeki bulutlar, yağan yağmurlar, karlar ve daha niceleri onun  hiçbir zaman kaybolmadığını fısıldıyor sanki bana.
Akıl doğanın insanlara verdiği bir armağan olabilir mi?
Ben, beni saran kaygılarımla hala evet diyemedim. 

Sevgi ve kardeş sevgisi üzerine




İnsan sevgi duygusunu ilk kez kendine karşı duymuş olmalı.
Böylesi bir duygu, önceleri karmaşık olmayan basit fizyolojik gereksinimlerin sonucu doğarmış. 
Ama toplu yaşamların ortaya çıkmasıyla, daha karmaşık sevgileri, kimi kıstaslarla öteki insanlara yöneltmeye başlamış. (kan bağı, komşuluk, ırk, ulus din vb.)
Kan bağı nedeniyle gözlemlenen sevgilerin en önemlisinin ana sevgisi olduğu sanılır. 
Ama ben o kanıda değilim, çünkü o yaratılmamıştır, hep vardır vardır ve herşeye karşın devam edecektir. 
Ama kardeş sevgisi yokluktan var edilir ve bir çabaya gereksinim duyar.
Yani yaratılmış bir sevgidir.
Ben mutlu olma çabalarım için gereken bireysel evrimin, başkalarını ya da başka şeyleri fark edip sevebilme ile başladığına inanıyorum.
Gerçekleşen bireysel evrimin her adımında bu insansal duygu çeşitlenir ve uzaklara ulaşır. 
Kardeş sevgisini özümseyebilme ve ötelere taşıyabilme bireysel evrimin çok önemli aşamalarından birisidir sadece.
Ama eksik bir mutluluk yaratır. Aç sokak kedisi, kuyruğunu sallayan bir köpek, soluk bir serçe, mevsimler, dağlar, nehirler, gökyüzü, aydınlık gün ve karanlık geceler hatta ölüm bile sevilebilir.
Ben evrende hiçbir yabancılık çekmeden, kendi evinde otururmuş gibi yaşamak için varolan her şeye sevgimizi ulaştırmamız gerektiğine inanıyorum.
Sihirli lambayı bulduğunuzda çıkan cinden ne isterdiniz acaba?
Zenginlik, servet, ün ve güç benzeri bir şeyler mi?
Yoksa sadece dışınıza taşacak kadar yoğun bir sevgi mi?
Eğer tüm yaşantınız boyunca mutlu olmak istiyorsanız ben sonuncuyu öneririm.

Islık çalmanın mutluluğu.. (Bilinç sıçramaları)





Tartışmayı hiç sevmiyorum.
Daha doğru bir söylemle, iç dünyamda yapmayı daha uygun buluyorum. 
Kimileri karşı çıksa da bu konuda düşüncelerim değişmedi.
Ayni kişiyle kendi içimde, yüz yüze ya da bir topluluk önünde tartıştığım zaman duygularımın yanıtlarımı etkilediğini fark ettiğimden beri böyleyim.
                                                       
Gözlerimin önünü ve arkasını iki farklı beyin yönetiyor sanki!
Arkasında seyreden' şey, önündeki eylemleri izliyor ve onları eylediğini sanıyor.
Yanlış olduğunu bilsem bile, çoğu kez böylesi kimi davranışları onaylayıp gerçekleştiriyorum.
Kanımca bunun en büyük nedeni dışımızda giderek büyüyen gelişen bir dış güdüye' dönüşen yeni ve başka bir ortak beyin olmalı.
                                               
İnsanlar anlamadığım bir nedenle hep olduğundan daha farklı, daha güçlü daha cesur, daha zengin daha akıllı, bilgili olmaya güdüleniyor.
İçinde yaşadığım çağdaş gösteri toplumu birbiri ardına 'dahalar' yaratıyor ve benimsetiyor.
İçimdeki ben her 'daha' ile biraz daha gerileyip küçülürken onun en büyük değeri olan yaratıcı ve hümanist değerleri kuruyup ölüyor.
Yaratma cesaretini salt içimdeki ben duyabilir ve yaratabilir.
Teknoloji dünyası en büyük virtüözleri kusursuz bir mükemmellikte dinlemeyi sağlatsa da, sıradan bir şarkı mırıldanmak ya da ıslık çalmak çok daha farklı bir coşku ortaya çıkarıyor bende.
İlkinde sadece haz duyarken, içimden gelen özgün en basit şeyler bile bana coşkulu bir mutluluk veriyor.
Çünkü haz dış dünyaya, mutluluk ise iç dünyaya ait bir üründür.

İnsanlar hep 'günler ne denli hızlı geçiyor' diye şikayet ediyor biteviye.
Aklıma çocukluğum geldi. Merakla açılmış koskoca gözlerle baktığım, anlamaya çalıştığım yaşamımın o ilk günleri, neden bitmez tükenmezdi acaba?
Ama sonrasında, bir şeyler oldu.
Galiba büyüdüm demeliyim.
Zamanı takip edemez oldum.
Hızla akan bir nehir sürüklüyordu beni, gitmeyi amaçladığım ya da amaçlattırılan yerlere.
O yerlere ulaştım mı?
Fark bile etmeden geçip, geride mi bıraktım,
inanın bilemiyorum hatta hatırlamıyorum.
                                                 
Çok sonra, ancak bugün, baş döndürücü bu akışı yavaşlatabildiğimi görüyorum.
Çoğu anlamsız amaçlar arasında, başka hiç bir şeyi görmeden sıçrayıp durmuşum.
Artık Tanrının bana ayırdığı zamanın çoğunu geride bıraktım.
Bunu çok iyi görebiliyorum.
Ama fark ettim ki,
insan bir günde bile, birçok yılın güzelliklerine sahip olabiliyor.
Sabahları toprağın kokusunun ne denli güzel olduğunu yeniden anımsadım, sessizliği fark ettim, gökyüzünü, yıldızları, doğan güneşi, taze ekmek kokusunu, odun ateşinin çıtırtısını, kokusunu, sabaha seslenen kuşların neşesini çok özlemişim.

Umarım kalan yıllarım, onları böylesi uzatan ve bana coşku veren güzelliklerle tıka basa dolar.
Umarım yapacağım, seveceğim şeyler hiç bitmez ve hep ümit edebilen bir insan olarak yaşarım

yarışmaktan yoruldum




Spinoza'ya göre her şey varlığını sonsuza dek kendisi olarak sürdürmek ister.
Ama günü geldiğinde hepimiz, inşaat molozları gibi doğaya karışacağız.
Acı veren bu gerçeğin kaygılarını ne din, ne felsefe ve ne de bilimlerin iddialı söylemleri yok edemedi. 
Sonsuzluğu insanın' bencil genlerinde' gören ünlü düşünür Richards Dawkins artık yaşamıyor.
Birkaç on yıl sonra muhtemelen ben de ölmüş olacağım. 
Ama ona göre, genlerimiz milyonlarca yıl daha yaşayacakmış!
Böylesi bir sonsuzluk umurumda bile değil.
Bedenimin, genlerim tarafından sağ kalım makineleri olarak kullanılmaları düşüncesine alışamıyorum.
Dawkins'e göre genlerim yaşamdaki donanımlarımı yaratıp, bedenden bedene geçerek ölümsüzleşiyormuş.
Tıpkı yazılımların bilgisayarlar arası taşınması gibi.
Bilincim, yani 'kendim' dediğim şey, binlerce yıldır yarattığım ütopyaların bilinmezinde, birbiri ardına tükettiğim bedenlerim de geziniyor olabilir mi?

Bu sabah Ayvalık Gömeç'te zeytin ağaçları arasında uyandım. (Van Gogh gibi)
Yukarıda yazdığım bitmemiş yazıyı ertesi gün okuduğumda, tatile çıkma zamanımın geldiğini fark ettim.
Turizm adına her türlü soytarılığın yapıldığı Antalya'da yaşayan birisi olarak, tatil seçimlerimde hep zorlanmışımdır.
Tepesinde simsiyah bulutlarla gezen birisi nasıl bir tatil yapmalıdır?
Oldum olası o yıldızlı toplama kamplarından ya da programlı tatillerden hoşlanmadım.
Kimsenin olmadığı, saat ve takvime bakmadan, sorumsuzca yaşayacağım bir yer aradım ve sonunda Gömeç'e kardeşimin çiftliğine geldim.
Güneşle uyanıp, doğayı dinleyerek, ufka bakarak hiç bir şey yapmadan zaman geçirmenin tadını çıkarıyorum. 
Karşımda uzanan binlerce zeytin ağacının gümüşümsü yeşil yaprakları ve aralarında henüz olgunlaşmamış meyveleriyle dolu bir orman var.
Sabah kahvaltılarımı tepede tek başına duran yüzyıllık bir meşenin altında yapıyorum.
Sadece yumurta, zeytin, peynir, ekmek ve çay bana yetebiliyor.
Kümeste samanların arasında parlayan yumurta görmeyeli yıllar olmuş. 
Yaptığımız işin kişiliğimizi tanımlamasına tarihte ilk izin veren toplumuz.
Doktor olarak tanınmaktan, diğer insanlarla yarış yapmaktan artık yorulduğumu hissediyorum.
Sanki başarılı olduğumda yaptığım her şey, yediğim her halt makbul olacakmış gibi garip bir duygu içerisindeydim. 
Bana o kadar çok ideal verildi ve mükemmel örnekler gösterildi ki, hep yetersiz kalıyorum sanki.
Hiçbir canlı mükemmel değildir ve ideal olana erişilemez.
Ama hep öyle olmamız isteniyor ve amaç gösteriliyor.
Hep yarını düşünüp kaygılanıyor, geçmişteki hataları anımsayıp kahroluyoruz.
O sırada bugün sessizce tükenip geçmişe süzülüyor.
Her şeyin mükemmel ama tek olduğu bir dünyaya inanan, her bireyin olduğu haliyle' benzersiz olduğu bir toplum düşlüyorum.
Şarkı söyleyenlerin alkış beklemediği, dinleyenlerin alkışlamadığı ama şarkı söylemenin ödülün kendisi olduğuna inanan bir toplum olabilir mi?
Ben böylesi bir toplumda yaşamak istiyorum.

6 Mart 2012 Salı

Termessos harabeleri





Felsefenin  'sorgulamadır' şeklinde yapılan tanımlamasını çok seviyorum.
Yapabilene bilgi sağlarken onun kişiliğini ve yaşamını  özgünleştirebiliyor.
Sorgulamayan bireylerin yaşamları ise çoğunluk başkalarının gerçekleri tarafından şekillendiriliyor.
Ama ilginç olan şey kendimizi  sorgulamadığımız için arzularımızı endişelerimizi tüm içtenliğimizle benimserken, onların bize dışarıdan dayatıldığını fark edemeyebiliriz.
Yaşam, bir endişeyi kenara bırakıp ötekine koştuğumuz, bir arzudan sıyrılıp kendimizi başka arzuların kollarında bulduğumuz bir süreç.
Zaman ise günü geldiğinde bu yaşamı ve varolan her şeyi yıkıp  yok ediyor.
Antik yıkıntılar ve hele yabanıl doğa içerisinde yer alanlar, zamanın sonsuzluğu karşısında insanoğlunun acizliğini gösteren  en çarpıcı kanıtlardır.
Böylesi yerlerde, tutku hırs gibi duyguların, mükemmellik arayışımızın ve tatmin olma çabalarının ne denli anlamsız olduğu  hissedilir.

Ben bu duyguyla  ilk kez Termessos  harabelerinde tanıştım.
Büyük İskender'e bile baş eğmeyen topluluktan artakalanlar, çevrede sonsuzu soluyan güçlü, muhteşem bir doğa tarafından yok edilmek üzere sanki.


Yıkıntılar arasında yükselen, giderek onları örten ağaçlar, otlar, çiçekler arasında gezinenler.

Acaba her ilkbahar yenilenen doğanın, giderek yok olan bu yıkıntılarla yarattığı hüzün dolu çelişkisinin farkındalar mı?   

Böylesi yalnızlıklar güzeldir




Bugün dağlardayım.
Önümde günbatısına doğru Feslikanlı ve Doyran yaylaları uzanıyor.
Mor dağların arka yamaçları sanki daha bir güzel, ormanlarla kaplı ve insan eli hiç deymemiş gibi.
Arkamda Hisarçandır’ın yaslandığı zirvelerden akan soğuk suların ışıltılarıyla kendini süsleyen katran ormanları var.
Sabah güneşiyle  güneyden esen rüzgarların taşıdığı çam kokuları tüm yaylayı sarar.
Akşam karanlığında, katran ormanlarının yüksek tepelerinden daha farklı, daha serin bir çam kokusu uzanır  aşağılara.
Dağlarda yükseldikçe bitki çeşitleri azalır, seyrekleşir ve alçalır.
İki bin metreye eriştiğinizde, buruşmuş yaşlı gövdeleriyle en son ardıçlar karşılar bizi.
Bundan sonrası sessizlik, yalnızlık ve yüceliktir.
Tepede kulaklarınızı usulca yalayan rüzgarı dinlerken, güneyde  ufka yakın antalya ve sonrasında akdenizin  mavisi  gökyüzüne karışır usulca .
Değer verdiğim, önem verdiğim her şey basitleşir,
endişelerim benden uzaklaşır.
Böylesi yalnızlıklar güzeldir.
Ama toplumdan nefret ettiğimi düşünmeyin sakın.


"Yalnız yaşayan bir adamın toplumdan nefret ettiği söylenir çoğu kez.
Oysa haydutların gezdiği bir ormanda yürümeyi sevmeyen bir adamın yürümekten hiç mi hiç hoşlanmadığını söylemek gibi bir şeydir bu" *


*Alain de Botton

Buradan ötesi yok






Akdeniz'in batı ucunda,  Atlantik okyanusuna açılan boğazın ünlü Herkül sütunlarında şöyle yazarmış.
'Buradan ötesi yok !'
Doğanın kendini beğenmiş yaratığı insan, vardığı her seviyeyi ulaşılabilecek en son nokta olarak görmeyi çok sever.
Ama şartlar oluştuğunda, yeni öteler hep var olacaktır.
Kitleler kendini oluşturan bireyler arasından çıkan yöneticilerinin çizdiği ortak sınırlar içerisinde tembelce yaşamayı pek sever.
Çünkü başkaları onun yerine düşünmektedir ve yapılanlar sonuçta yanlış bile olsa birlikte yapıldığı için onlara sanki doğruymuş gibi gelir.
Kişiler yalnızken duydukları ayak sesleri onlara yalnızlık içinde görece bir emniyet hissi sağlar.
Tıpkı cephede, düşmana doğru bando eşliğinde ve uygun adamlarla yürüyen askerler gibi.
Ama çoğu kez toplumu ötelere götürenler yani onun yerine düşünen, bilinmezlerle kendini tehlikeye atanlar çoğunluk ona uyamayanlardır.
Özgür düşünceyle farklılığını oluşturmuş bireyler olmadan toplum bir adım öte gidemez.
Çünkü toplum düşünemez ve yaratamaz.

insan diyeti


Bir arkadaşım,  güzel kedime baktı, ardından yine baktı ve ciddiyet sandığı bir ifadeyle dünyalar güzeli zarif kızımı diyete sokmamı önerdi.
Şaşkın şey!!!
Konu eğer zarafetse, kanımca mankenlerin bile yürüyüşünü taklit etmeye çalıştığı tüm kedilerin diyete hiç ama hiç gereksinimi yoktur.
Tüm kedigiller ve özellikle kediler, doğanın genlerine yapıştırdığı muhteşem bir zarafetle doğarlar. Onlar, hiç kimseyi taklit etmeden, diyet yapmadan tüm yaşamları boyunca zariftirler.
Çoğu insan çekici olmak hoşa gitmek ve beğenilmek için diyet yapar hatta kedinin yürüyüşünü bile taklit ederler (mankenler)!
Az sayıda olsa da, sağlığı için diyet yapanlar da var.
Ama insanoğlu yapması gereken en önemli diyetini yapmaz.
Aslında yapamaz çünkü çoğu kez farkında bile değildir.

‘insan diyeti’ denilen bir kavramı fark ettim bugün…
Çoğu kişi kendini yoran, üzen, sıkan hatta ruh hastası yapan kalabalıkların içinde tüm insanlarla ayrım yapmadan yaşayabiliyor.
Ama bugünlerde ruhumun şiştiğini gözlemliyorum.
Neden ‘insan diyeti yapmayız?
Ruhumuzun da diyete gereksinimi var hele bu yüzyıl da hiç olmadığı kadar sıkı bir ‘insan diyeti’ yapmalıyız.

İnsan olabilme


Bir insan
Eğer insan olabilmişse,
Öyle olması gerektiği,
Ya da olmasını istediği için değil,
İçinden geldiği için olabilmiştir.

Tüm yüksek değerleri bilme ve uygulamanın onları içselleştirmediğimiz sürece bir önemi yoktur.
Böyleleri, gören olmadığında kırmızı ışıkta geçebilen insanlara benzer.

Ufuksuz yaşam üzerine





Ufuksuz bir yaşamdayım sanki
    ne berisi ne de ötesi var.
Sonsuzluğa dönen
    yel değirmenleri gibi,
zamanı  çevirir bir şeyler beklerim

Yel bende  yaşar,
         yel bende konuşur,
                    Sonunda yel ben olurum

Umutlarım tükendiğinde
           Yanıtlarım bittiğinde,
                     Yaşam üzerine.

                                               Kemal Türkmen

Özvarlık eleştirileri


Picasso sanatın günlük hayatın örümcek ağlarını üfleyerek ruhtan uzaklaştırdığını söylemiş.
Örümcek ağlarınca sarmalanan, unutulan bir ruh ve ilgiyi kendine  odaklayan  beden.
Uzunca bir süredir, bedenimin  ve ruhumun farklılığını  düşünmekten keyif almaya başladım.
Onların farklı bir birlikteliği yaşayabilmeleri olağanüstü güzel bir duygu.
Öyle olması ya da olmaması umurumda bile değil çünkü  böylesi bir ayrımın yarattığı  kargaşayı  sorgulamak bile  hoşuma gidiyor.

Kişiliğimizin  bizim kim olduğumuzu ifade ettiğini düşünürüz.
Kim olduğumuzu  ise başkalarının bize gösterdiği tepkiler tanımlar.
Sözlüklere göre, personalitiy (kişilik) latince "persona" yani maske sözlüğünden türemiş ve bir bireyin kişisel özelliklerinin tümü, duygusal eğilimlerinin, ilgilerinin davranış biçimlerinin toplamıdır.
Psikolojide,  kişilik üzerine yapılan  çalışmalarda elli farklı maske tanımlaması bulunmuş.
Nesnel bilimsel olma çabası içinde olan psikoloji, çoğunluk insanları mesafeli bir biçimde nesneler olarak görür ve  inceler. Bireyleri daha kişisel ve öznel bir yolla, daha uygulamalı ve varoluşsal biçimde anlamak yerine onları niceleştirir.
Yaşamı anlamlandırabilmek ve kimi zaman ona katlanabilmek için sanat günümüzde çok daha fazla önem kazandı.
Piyasa mücadelelerinden başarısız çıkanlar, paranın satın alamayacağı şeyler bulunduğunu kavradıklarında , başarılı olanların zenginliklerine daha iyi katlanırlar.
Bu bağlamda, güzel sanatlar kimi insanlara  salt bedenlerinin gündelik yarar ve hazlarının  ötesinde başka bir şeylere daha gereksinimleri  olduğunu hissettirir.
Hemen hepimiz kendimizi daha iyi nasıl hissedebileceğimizin yollarını biteviye aramaktayız.
Ama bunu bir türlü bulamayışımızın  başlıca nedeni, bence çabalarımızı  salt bedenimize  yönelik tutmadan kaynaklanır olmasıdır.
Ruhum ve aklım  bedenimin iplerini elinde tutan bir kukla oynatıcısına benziyor.
Dilediği elbiseleri giydirip, istediği karakteri ve sesi vererek dünya sahnesinde oynatırlar bedenimi .
Günümüzde yaşam giderek milyarlarca oynatıcının, iplerinin uzandığı bir sahnede sanki sonu kötü bitecek bir oyuna benzemeye başladı.

yaşamın gözlerinin içine bakabilmek



Bir insan yaşamın gözlerinin içine bakabilir mi ?
“Geçenlerde gözlerinin içine baktım ey yaşam” diyebilen  Nietzsche gibi.
Antalya’nın,  Kemer yolunu süsleyen küçük ama çok sevimli bir ada bilmem hiç dikkatinizi çekti mi?


 

Güney kenarı tatlı bir eğimle denize uzanırken, kuzey yaka  dik bir uçurumla derinlerde kaybolur.
Makilik örtüsü arasında seçilen  yaşlı zeytin ağaçları  ve  yıkılmaya yüz tutmuş sıralı taşları sanki  bir zamanlar buralarda insanların yaşadığını anlatır.
Ada, martılar ve deniz kırlangıçlarının ülkesidir.
Sular güneyde açık maviyken kuzeyde birden laciverde döner.
Bir zamanlar fokların insan seyrettiği yerlerde, onlardan artakalan  mağaralar gün boyu  dalış teknelerinin getirdiği insanlarla doludur.
Denize ilgimin yoğun olduğu günlerde, özellikle mehtaplı gecelerde gelir ve adanın güneyinde gecelerdim.
Hava karardığında egemen güçler  tatile çıkar.
Kendimize dönebilir ve  gündüzün kurallarını zevkle çiğneyebiliriz.
Gece  boyunca  uzanan, olağanüstü  özgür bir dünyanın güzellikleri onları sizin yaratmanızı bekler.
Güneş battıktan sonra, sulardan yükselen ay, çam kokuları ve kıyıda patlayan suların alaca karanlığın içinden gelen sesi  insanı   ürperten  bir güzellikle sarmalar.
Oraya yalnız gitmeyi hiç sevmedim.
Ya bir sevgili ya da bir arkadaşımla,  bu güzellikleri paylaşmayı yeğledim hep.
Denizde uyandığım erken bahar  sabahlarının birinde  bir söylenti nedeniyle adaya çıktım.
Balıkçıların anlattığına göre denizden görünmeyen Rum evlerinin  yıkıntıları  önünde hala nergisler açıyormuş.
Tepede artık belli belirsiz seçilebilen yıkıntılara  ulaşmadan önce kokular beni karşıladı.
Her taraf uzun yeşil saplarının ucunda başlarını hafifçesine  öne eğmiş   sarı, beyaz  nergislerle  kaplıydı.
Bu utangaç görünüşlü zarif çiçeği hangi nedenle ve hangi şaşkın kendine hayranlığın simgesi yapabildi anlamam mümkün değil.
Yıkıntıların sahiplerinin yaşamlarının sonlanmasına karşın, belki de onların getirip buralara ektiği  nergislerin varlıklarını böylesi bir inatla sürdürmeleri hoş  bir çelişki.
Biten yaşamlar ve nergislerin  varoluşu !
Adanın tepesinde çiçeklerin  arasından  ‘yaşayan’ Antalya’ ya  bakarken, içimdeki ben,  Arthur Rımbaud’un  Özlem şiirini   dile getirdi.

Mavi yaz akşamlarında, özgür gezeceğim
Ayaklarımın altında nemli, serin kırlar.
Başakları devşirip otları ezeceğim.
Yıkayıp arıtacak çıplak başımı rüzgar
Ne bir söz, ne bir düşünce, yalnız  bitmeyen bir düş
Ve yüreğimde sevgi, büyük sonsuz umutlu
Çekip gideceğim , çingene gibi başıboş
Doğada, bir kadınla birlikte gibi mutlu.

Başkaları için yaşayanlar










Hep bir an yaşarız ve yaşadıklarımız elimizin, gücümüzün ve hükmümüzün yetersiz kaldığı bir bilinmeze doğru akıverir. 
Geleceği düşleyerek, kimi çabalarla kendi özgün yaşamımızı yaratabileceğimize inanmak isteriz.
Ama nedense aklımıza gelmez, tüm olasılıklar arasından birine yönelen  bilincimiz ve onun ‘seçme’ yeteneği ne denli özgürdür?
Farkına bile varmadan saptığımız yanlış yollar, seçilen yanlış arkadaşlar, sevgililer meslekler, işler, eşler ve daha birçokları geçmiş kazıldıkça birbirinin ardından ortaya dökülür.
Ben, hemen her yeni eylemimizin geçmişle bir ilintisi olduğuna inanıyorum.
Eğer ünlü düşünür haklı ise, ‘istediğimi asla isteyemiyorsam’ yaşam denilen şey uyanıp fark edenler için kimi olasılıkların şekillendirdiği hatalar silsilesinden ibaret.
Belki de bu nedenle uzaklarda kalan geçmişi düşünmek, artık olanaksızlaşan diğer olasılıkları akla getirdiği için hüzün ve kaygı verir insana.
Ya uyanmayanlar?
Bana kaygı, hatta acı bile veren kimi şeyleri onların yadsımaları, farkına bile varmamalarını hep şaşkınlık içerisinde gözledim.
Ama bugün kendimi iyi hissetmemi sağlayanların benim için iyi olmadığı gibi bana acı veren her şeyin de kötü olmadığını görüyorum.
Acılar ve mutluluklar akıllı bir sorgulamayla birbirine mükemmel bir şekilde karışırken geleceğin ‘iyi yaşamının’ olağanüstü tadını ortaya çıkarıyor.
Yaşamda ancak sorgulayanlar tüm tatları algılayabilir.
Ya sorgulamayanlar?
Başkaları için belki ama onların kendileri için yaşadıklarını hiç sanmıyorum.   

Alabalık vadisi



Bugün yine Alabalık vadisindeyim.
Karşımda tüm heybetiyle Giden gelmez dağları uzanıyor.
Aşağılarda yarattığı kendi kanyonunda köpük köpük akan Manavgat çayı var.
Dağın Üzümdere köyüne bakan etekleri, ilkbaharda badem çiçekleriyle pembe pembedir.
Dört mevsimi burada görmelisiniz; ben mevsimleri böylesine farklılıklarla sergileyen başka bir doğa görmedim.
Sonbaharda çınarlar tüm yapraklarından arınır, toprak sararır.
Yaz mevsimiyle birlikte güzelim çay, yaprak yeşili akarken, kış çöktüğünde göğün yarattığı köpüklü bir buz mavisine dönüşür.
Güneş doğarken, bulutların yanınıza indiği bir yerde, uyanan kuşların cıvıltıları arasında oltanızı suya atar ve beklersiniz.
Beklemenin bu denli keyif verdiği başka bir zaman dilimi olabileceğini sanmıyorum.
Ve en güzeli, o anda önünüzde uzanan yaşamı, tek başınıza yaşamaktan başka seçeneğiniz yoktur.
İlkbaharı, kışın dinginliğinin farklılaşmaya başladığı bir dönem olarak görürüm.
Sular sakinleşirken, toprak kokmaya başlar.
Çiğdemler birbiri ardına sarı sarı gülümserken, kurumuşçasına duran dallar birbiri ardına filizleniverir.
Mayıs böcekleri, bir günlük yaşamlarını sanki uzatmak istermişçesine şaşılacak bir çabayla uçuşmaya başlarlar.
Küstah bakışlı, kırmızı benekli ala’larımız artık yemlere arkasını döner.
Birbiri ardına sıçrayıp mayıs böceklerini kaparken, bizimle dalga geçerler. 
Sonra cırcırböcekleriyle uzun bir yaz başlar. 
Katırtırnakları, zakkumlarıyla sıcak ve bunaltıcı bir yaz.
Ama Üzümdere suları inadına soğumaya başlar.
Artık dere boyunca, çınarların kökleri arasından kaynayan sulara, toprağa uzanıp ağzını, burnunu sokarak içmenin keyfi başlamıştır.     
Sonbaharda sular sararır, tembelleşir ve her yer göz alabildiğine yaprağa keser.
Sanki üzümdere yaprak olur, yaprak akar.
Serinleyen rüzgarlarla birlikte, cırcır böcekleri susar, balıklar suların kuytularına kaçar.
Alabalık vadisi başka bir yenilenme döngüsünün hazırlıklarına başlamıştır.

İnsanı mutlu eden yanlışlar



Dolu dolu yaşamanın en iyi yolu, her an ölmeye hazır olabilme çabalarıymış.
Varlığın, yoklukla olagelen sıkı birlikteliği bu düşünceyi doğruluyor.
Ama nasıl gerçekleşebilir?
Ölüm doğaldır ve doğum bilinemeyen bir süre sonra gerçekleşecek olan ölümün habercisidir.
Yaşamlar nedense, hep onu yaşayanların düşündüğünden kısa olur.
Ölümün doğal sayıldığı doğadan kendimizi dışlayarak, kendimizi farklı görerek çare ararız bu kötü sandığımız finale.
Ama doğan her şey yok olacak, ölecektir.
Bunu biliriz ama inanmayız.
Her an ölmeye hazır olmanın, bizleri yaşamın gerçek hedeflerine yönelttiğini amaçları netleştirdiğini söylüyor bir düşünür.
İnsanlar kendilerini sona yakın hissettiklerinde özellikle sevdiklerine ve ahlaklı bir yaşama yönelirlermiş.
Ölüm ve ötesinin bilinçli bir şekilde unutturulmak istendiği bir çağda yaşıyoruz.
Ama yine de, ruhumuzun var olup olmayacağı, cennet, cehennem kavramları ve yeniden doğma düşüncelerini dile getirmesek bile umutsuzca yanıt bulmaya çalışırız. Bu arayışlar bir şeyler kazandırdığı sürece yanıtların ne olduğu sanki önemli değil gibi gelmeye başladı bir süredir.

''Okyanusta açıkta aşağı yukarı hareket ederek çok eğlenen, küçük bir erkek dalga varmış.
Birdenbire sahile vurup kırılacağını fark etmiş.
Uçsuz bucaksız denizde sahile doğru ilerleyip yok olacaktı!
Yüzünde acı dolu ve ümitsiz bir ifadeyle- Aman Tanrım, bana ne olacak demiş.
O sırada yanına aşağı yukarı hareket ederek çok eğlenen bir dişi dalga belirmiş.
-Niçin bu kadar kederlisin diye sormuş.
Erkek dalga’hiçbir şeyin farkında değilsin, o sahile kayalara vurup bir hiç olacaksın diye yanıtlamış.
Dişi dalga ''asıl sen anlamıyorsun. Sen dalga değilsin ki; okyanusun bir parçasısın.''
Bu alegoriyi kısa bir süre sonra öleceğini bilen bir yazarın kitabından alıntıladım.
O da dalga olmadığına ve insanlığın parçası olduğuna, öleceğine ama yaşayacağına inanıyordu.
Yollar tükendiğinde, kimi yanıtlat yanlış bile olsa insanı mutlu edebiliyor.

Güzeli görebilenler



Tagore mutluluğun kaynağını coşku olarak görür.
Gerçekten de yaşamın her evresinde farklı şeylerden coşku duyarız.
Yani bizi mutlu kılan şeyler, bilincin farklılaşmasına göre sürekli değişir.
Öğüt, sadece öğüt verenleri mutlu kılıyor.
Bir başkasını mutlu edecek reçeteyi yani öğüdü bilebilmek, hayalden öteye geçemez kanımca.
Hepimizin kendine özgü ve hiç kimseye uygulanamayacak mutluluk reçeteleri var.
Kimi insan gün batımında sudan fırlayan balığın pullarında yansıyan renklerin güzelliğine, kimisi onun tavada kızarmış haline, kimileri de onu satacak olsa alacağı parayı düşünerek coşku duyar.
Bu üç kişi de görünüşte coşku duymuş ve mutlu olmuştur denebilir.
Ama bana sorarsanız, baktığı her yerdeki güzelliği görebilenler, 
sanırım onlar bu dünyanın en mutlu bireyleri olsa gerek.

Dünyanın en mutlu insanları




Tagore mutluluğun kaynağını coşku olarak görür.
Gerçekten de yaşamın her evresinde farklı şeylerden coşku duyarız.
Yani bizi mutlu kılan şeyler, bilincin farklılaşmasına göre sürekli değişir.
Öğüt, sadece öğüt verenleri mutlu kılıyor.
Bir başkasını mutlu edecek reçeteyi yani öğüdü bilebilmek, hayalden öteye geçemez kanımca.
Hepimizin kendine özgü ve hiç kimseye uygulanamayacak mutluluk reçeteleri var.
Kimi insan gün batımında sudan fırlayan balığın pullarında yansıyan renklerin güzelliğine, kimisi onun tavada kızarmış haline, kimileri de onu satacak olsa alacağı parayı düşünerek coşku duyar.
Bu üç kişi de görünüşte coşku duymuş ve mutlu olmuştur denebilir.

Ama bana sorarsanız, baktığı her yerdeki güzelliği görebilenler, 
sanırım onlar bu dünyanın en mutlu bireyleri olsa gerek.

Serçe yuvaları



Serçeleri çok severim,
Sanki tüm yaşamlarını tükenmeyen bir sevinç ve mutluluk içinde, biteviye cıvıldayıp oynaşarak geçirirler.
Bu şirin minnacık şeyler hakkında bilgim arttıkça, saygım da giderek artıyor.
Günlerdir yuva kurmalarını seyrediyorum.
Ağızlarında dallar, otlar komşumun çatısında hummalı bir şekilde çalışıyorlar.

Evrende hiçbir serçenin yuvası bir diğerine benzemezmiş.
Aklıma ‘üç oda bir salon’ kapatılmış balkonlarıyla memleketimin sevimsizlik örneği ve de ayni zamanda ‘bir örnek’ apartmanları geldi.
Sonra neden doğada ‘depresyonda serçe’ olmaz birden anlayıverdim.

Mezarlık servileri



Rüzgar tepesinin uzak güney eteklerinde küçük ama çok sevimli bir köy mezarlığı uzanır.
Burası Akdeniz servilerinin koyu yeşilinin, bir çerçeve gibi diğer yeşilleri sardığı, mor dağlara ve göğün mavisine asılmış bir tablodur sanki.
Her akşam fırsat buldukça gün batımını seyrederim.
Kızıllığa bulanan ve gökyüzüne salınan serviler beni nedenini anlayamadığım bir hüzne sokar.
Neden servi?
Neden bu kahverengi gövdeli, koyu yeşil servi’yi ölülerine eşlik için yeğledi insanoğlu?
Neden bir kiraz ya da meşe ya da çınar değil de Akdeniz servi’si?

Geçen hafta öğrendim.
Yanıt binlerce yıl ötesinin, ateşe tapan kültürlerinden geldi.
Ateşi kutsal ve sonsuz sayan, artık tümüyle unutulduğunu sandığımız bir  kültürden.
Ateşin yalımlarına benzediği için kutsamış ve sonsuzluğun simgesi olarak tapınakların ve ölülerinin mezarlarının çevresine dikmişler.
Merak ettim, acaba köyde bunları bilen var mı?

  


Düşüncelerimi durdurmak istiyorum




Hayallerimin beni mutlu kıldığını sanırdım, dün geceye kadar…
Dün gece kendimi aldattığımı fark ettim.
Onların hepsi umutlarımı geleceğe yönlendiren kocaman yalanlarımdan başka bir şey değiller.
Ya geleceği düşünüp umut ediyorum ya da geçmişi anımsayıp üzülüyorum.
Umut etmek istemiyorum, çünkü bir kez başladım mı uyuşturucu gibi kendine bağlıyor, onun dışında her şey olanaksızlaşıyor sanki.
Geçmişi de unutmak derinlere gömmem gerek.
Düşüncelerimi nasıl durdurabilirim acaba?

Sanki o durduğunda, beni mutlu kılacak bir varoluş ışıyacak arkasından

Sırıtmak



 


Hep merak etmişimdir,
Neden güleriz ya da somurturuz?
Bildiğim kadarıyla, doğada mutsuzluğunu ya da mutluluğunu böylesi anlatabilen  başka bir canlı yoktur.
En azından dudakları bir nedenle yukarı ya da aşağı bükülen canlının ne tür bir duygu içinde olduğunu bilmemiz zor ve belki de olanaksız olduğu söylenebilir.
Biz insanlar, çoğunluk sevgi dediğimiz bir duyguyu sahip olduğumuzda ve bunu hissettiren kişiyle birlikteliğimizde genelde gülümseyen bir yüz ifadesi taşırız.
Sevmediğimiz bir kişi veya ortam yine yüzümüzden ya da davranışlarımızdaki farklılıklardan anlaşılır denilebilir.
Gurur duymamamız gereken ve yine salt türümüzle ilgili ilginç olan bir üçüncü şık ise yüzümüzün ifadesini ve söylemlerimizi duygularımızdan farklı olarak da değiştirebilme yeteneğine sahip olmamızdır.
Geçmiş yıllardan kalan resimleri incelediğimizde onların gri kahveliğinde insanlar sanki normal yaşantılarının bir anından donmuşçasına bakarlar.
Onlarda, şimdinin renkli resimlerinde gördüğümüz ağzı kulaklarında mutluluk sergileyen kişiler çok enderdir.
Çağdaş dünyanın fotoğrafçıları hangi kelimeyi söylersek yüzümüzün mutlu bir ifadeye bürüneceğini söylemeleri ya da gülmeden çekmeyen fotoğraf makineleri yakın zamanlara ait olan bir ilginçlik.
Resimlerimiz ise her birimizin sanki ne denli mutlu olduğunun bir başkasına ispat belgelerine benzer.
Ve bu modern gerçek bana hüzün veriyor.

Çiğdem



Geride kalan yıllar çoğaldıkça anılarımın giderek yok olduğunu üzülerek görüyorum.
Kimileri neden silindi, unutamadıklarım neden duruyor keşke bilebilseydim. Anadolu çiçekleriyle ilgili cahilliğimi gidermek için bir kitap aldım ve keyifle günlerdir okuyorum.
Yabani zambaklar, katırtırnakları, menekşeler anemonlar, laleler arasında olağanüstü bir gezinti oluyor.
Çiğdem, bu doğa harikası güzel çiçeğe geldiğimde, beni gülümseten bir anım tüm güzelliğiyle canlanıverdi.
Şubat iç Anadolu’nun en çetin aylarından birisidir. Hava günlük güneşlik olsa da ayazdır.
Bozkırın bu mevsiminde çevrede ne yeşermiş bir ot, ne bir yaprak ve ne de bir çiçek görülür.   
Çeşit, çeşit bitki ve böcek toprak altında öylesine yatarak ılık yağmurları bekler.
Sarıçiğdem de bunlardan birisidir. 
Zarif soğanları ilk kırkikindi yağmurlarıyla birlikte eriyen kar sularının kabarttığı topraktan birbiri ardına yükseliverir.
Tüm mevsimleri karanlıkta geçiren çiğdemin parlak çiçeği sadece üç haftacık, sanki güneşe inat iki cılız yaprak arasından sarı, sarı ışıldar.
Sonra yeniden toprağın içine çekilerek yenibaharları bekler.
Çiğdem beni hep ikilemde bırakmıştır.
Onun da yaşamı bizim gibi güneş ve toprak arasında geçer.
Çoğu kişi ne alaka dese de, böylesi bir yaşam benim kimi insansı ölüm kaygılarımı azaltıyor.
O günlerde ilk kırkikindi yağmurlarıyla birlikte kırlara çıkar çiğdemleri soğanlarıyla birlikte çıkarıp bir iğde ağacının dikenlerine takardık.
Daha sonra ellerimizde torbalar ellerimizde çiğdemli iğde daları her kapıyı çalar, bir ağızdan neşeyle tekerlememizi söylerdik.

Çiğdem çiğdem çiçeği
Alaca bulaca saçağı
Dam üstünde boyunduruk                                          
Dura dura yorulduk
Verenin oğlu olsun
Vermeyenin kedisi ölsün

Kapıyı açanlar çiçeği aldıktan sonra torbamıza bakar ve pişecek olan çiğdem aşı için gereken malzemeleri eklerdi.
Günün sonunda kalan çiğdemlerle süslediğimiz yemeği hep birlikte kurduğumuz ortak bir sofrada yerdik.

İlkbaharın geldiğini artık takvimler sayesinde fark ediyorum.
Bunu çiğdem resimlerini görünce anladım.
Mutsuz kılan ve hiç de hoş olmayan bir varoluş duygusu.
  

Pink Peace



 



Pink Peace, beyaz ağırlıklı ama uçuk pembe dokunuşlarla süslenmiş olağanüstü güzel kokan bir güldür
Onunla ilk kez Kestel'de karşılaştım, hayran oldum ve hemen satın aldım.
Bekledim, bekledim ve günler sonra o zarif gonca yapraklarını araladı.
Karşımda kokusuz, renksiz sıradan bir çiçek vardı.
Tıpkı insanlar gibi…
Güller de, farklı iklimlerde ve farklı ortamlarda hiç umulmadık değişimler gösterebiliyor.

Palamut Bükü Ilgınları







Ilgın eski Türkçe yılgun’dan türemiş bir ağaç ismidir.
Onu ilk kez Datça’da küçük bir balıkçı köyü olan, Palamut bükünde farkettim.
Yeşile olan bunca ilgime karşı gözümden kaçmış.
Dallarının kendini öylesine zarif bir bırakmışlığı var ki, kim bilir belki de bu nedenle yılgınlığı anımsatmış olabilir.
Olmasa da bu düşüncemi sevdim ve hemen benimsedim.
Yeşiller arasında saklanır gibi duran, uçuk pembe ya da kırmızı zarif çiçeklerinin kokusu ve en hafif esintileri bile istekle yanıtlayan, sarkık ince dallarıyla ılgın gerçekten çok güzel bir ağaç.
Kimi sevgililerimi de anımsattı bana Ilgın, başkalarının göremediği, salt benim fark edebildiğim ve belki de bu nedenle aşık olduğum güzellerimi.
Tüm tatilim boyunca altında oturdum, yemek yedim, denize girdiğimde maviliklerin arkasından onu seyrettim.
Sonra ona sahip olmayı ve bahçemde görmek istediğimi fark ettim.
Datça’dan Antalya’ya yol boyu çiçekçilerde ne tanıyan, ne de satanı bulamadım.
Sonra buldum onu, ama nerede dersiniz?
Ev yapmak için aldığım tepenin ortasında duran, yıllarca gördüğüm ama fark edemediğim bir ağacı aramışım.




Mutluluğun eğitimi




En az bildiğimiz şeye en fazla inanırız.
Acaba çocukluk çağının, çoğu kişi için mutlu bir dönem olmasının nedeni bu olabilir mi?
İlk dogmalarımız bize yakın çevremiz tarafından verilir.
Bunların azı deney çoğu öğüt tarzındadır. 
Gençlik çağı sanırım bu nedenle inançlar için en kolay ölünebilen çağdır.
Sonra eğitim!
Para kazanma için yaptığımızı sanırız ama ne kocaman bir yanılgıdır bu.  
Gerçekte bizler toplumun mutluluğu için eğitim görürüz.

Bence en önemli eğitim bundan sonra başlar.
Mutlu bir yaşam için gereksinimiz olan eğitim!
Ve bunun ne yaşı, ne de zamanı var.

yaşanmış olana duyulan aşk




Kuzey rüzgarları esiyor günlerdir rüzgar tepesinde.
Dışarısı soğuk ve puslu, ama içerisi salt odun ateşinin verebileceği huzurlu gerçek bir sıcaklıkla tıka basa dolu.
Camın arkasından seyrettiğim alevlerin üstündeki çaydanlıktan buharlar yayılıyor.
Birazdan en sevdiğim porselen fincanımla, o çok sevdiğim çay ritüelime başlamalıyım, ama nasıl?
Oynaşan alevlere karşı yerleştirdiğim rahat kanepemin ateşe en yakın köşesini sevgili kedim kapmış, kıvrılmış uyuyor.
Bana da bulaşan öylesine huzurlu bir hali var ki, dokunmam mümkün değil.

Çok uzun zamandır yabancı olduğum bir şükran duygusunun içimi doldurduğunu duyumsuyorum.
Yaşanmış olana duyulan aşkın yarattığı mutluluk.