24 Temmuz 2012 Salı

Üşümek istiyorum....



Kepenklerimi bir süreliğine kapatıyorum.
Tatil yapacağım.
Resimdeki yeri bilen varsa lütfen söylesin...
Üşümek donmak titremek ne güzel bir duyguymuş.
Bu günden sonra soğuktan hiç şikayet etmeyeceğim.






21 Temmuz 2012 Cumartesi

Çok sıcak, bunaldım yazısı....










Bir mevsim daha döndü.
Arka bahçemde sararan kuruyan mısırlarım, sonbaharın serinleyen rüzgarlarını seslendiriyor.
Yıldız çiçeklerim artık büyümüyor ve seyrek çiçek açıyor.
Toprak altında gelecek yılın yumrularını büyütüyor olmalılar.
Lavantalar daha keskin kokmaya başladı.
Ana şahin ve gelişkin yavruları gökyüzünde çığlıklar atarak ama haşarılık yapmadan, sakince süzülüyorlar bulutlar arasında.
Yakında gidecekler.
Toprak kokan ilk yağmurlarıyla, soğuk geceleri, beyaz dağları ve sisli sabahlarıyla kış geliyor.
Yosunlu meşe odunlarıyla doldurduğum büyük döküm sobamın, soğuğun ve alevlerin tadını çıkaracağım.

18 Temmuz 2012 Çarşamba

Mutluluk vahaları



Akdeniz’in özgün dokusu olan makiliklerini çok severim
Kışın serinliğinde kızıl kahveye çalan bu örtü, havalar ısınmaya başladığında baharın yeşili ve çiçekleriyle bezenir.
Ladenler, defneler ve öbekler halinde yayılan mor çiçekli kekiklerden salt Akdeniz’e özgü acılıkta keskin kokular yükselir.
Ötelerde türkuazdan laciverde renk değiştiren deniz, beyaz bulutların tembelce gezindiği mavi gökyüzünün altında ufka doğru uzanır.
Yazın yakıcı güneşiyle birlikte çekirge ve ağustos böcekleri ortaya çıkar.
Gürültülerine bakarsanız sanki onlar buraların tek sakinidir.
Oysa daha başkaları da vardır makiliklerde, onlardan güçlü ve daha önemli olan.
Ama sessiz oldukları için dikkatimizi çekmeyen.
Tıpkı toplumun kimlikler denizinde, sessiz ve dingin birer mutluluk vahaları gibi duran, kişiliklerini yaratmış insanlar gibi.

17 Temmuz 2012 Salı

Orman yolları



manzara orman yolu resimleri

Orman yolları hep ilgimi çekmiştir.
Asfalt üzerinde zamanla yarışırken kimi zaman onları fark bile edemeyiz.
Sanki doğa meraklısı bir grayderin yıllar öncesi yaptığı öylesine bir gezintiden artakalmış gibidirler.
Birden yükseliveren bu patikaların, taşlar ve otlarla kaplı görünen başlangıcı kısacıktır, sanki daha ötelerin gizemlerini saklarmışçasına.
Hep bir gün bunlardan birinin ötelerinde kaybolmak istedim.
Bir düşünsenize nereye gidildiği, doğru yolun hangisi olduğu, ne kadar süreceği ve sonunda nereye ulaşılacağı bilinmeyen bir mekanda olmanın keyfini.
Kimselere danışmadan, yön göstergeleri olmadan, baskı hissetmeden geçirilebilecek öylesine bir zaman parçası.

Akdeniz'in kuzeyindeki dağlık kuşağı çok seviyorum. Yabanıl denilemez ama çağdaş dünyanın elinin henüz ulaşamadığı yerleri hala var.
Bayramların birinde, henüz güneş doğarken kahve ve çay termoslarımla yola çıktım.
Antalya olağanüstü bir kent, yarım saat sürecek bir yolculukla modern dünyanın tüm yaratılarından kaçabiliyorsunuz.
Ve ben kaçtım.
Orman yollarının görebildiğim en gizemlisine saptım.
Ama daha ilk metrelerinde içimde kaygı ve korku karışımı bir duygunun yoğunlaştığını fark ettim.
Doğadan çekiniyordum, çünkü içinde bulunduğum kültür, başarısını onunla yarışarak ve alt ederek elde ettiğini sanıyordu.
Dört çeker arabama karşın yinede huzursuzdum. Bir arıza yapabilir, beklenmedik bir sorun çıkarabilirdi.
Ayrıca toplumun düzeninden uzak kalmış buralara uymuş insanların olası davranışları hakkında kaygı duyuyordum.
Yani yabancıydım buralarda.
Çevremin güzelliği bu duyguları hemen uzaklaştırdı kafamdan.
Ormanların yağmur sonrası görünümünü ve ıslak toprak kokusunu çok severim.
Yeşil başka bir yeşil olurken, toprak parlar, ağaç altları beyaz mantarlarla dolar.
Birkaç saat sonra çam dallarından oluşmuş çatısından duman tüten kulübemsi bir şeyin önüne geldim.
Nereden çıktığını anlamadığım, soluk karanlık renkli köpekler arabamı sardı.
Ardından biri beliriverdi yanımda.
Uzun, ince yapılı ama yere sağlam basan, güçlü bir görünümü vardı.
Öylesine kesilmiş düzensiz bir sakal, uzun saçlar ve yanık kırış, kırış bir surat.
Adet olduğu gibi Müslümanımsı bir bayram selamı uzattık birbirimize.
İki hafta önce işaretli ağaçları kesmek üzere ormancılar tarafından bırakılmış.
Beklediğini hissettim, ona sormam gerekiyordu- falanca yere nasıl gideceğim?
Ama ben huzursuzdum, sormadığım gibi, bir an önce de oradan uzaklaşmak istiyordum.
Niyetimi belli eden veda sözcüğünü duyunca sarsıldı.
Aklına ilk gelen şeyi söyledi, Beyim çay içer misin?
Ama şekerim yok!
Ben yavaşça veda edip uzaklaşırken, daha doğrusu kaçarken, arkamdan seslendi,

Bal katardım !

Kalamadığıma, bal katılmış çayı içemediğime hala üzülürüm.

12 Temmuz 2012 Perşembe

Kierkegaart ve Deniz Kızlarının Şeytani Müziği










Denizkızlarının şeytani müzikleriyle etki altına aldıkları insanlarla ilgili masallar vardır.
Denir ki büyülenmiş kişinin büyüyü bozmak için tek bir hata yapmadan ayni şarkıyı tersten söylemesi gerekir.
Kıerkegaard’ın hayran olduğu yapması son derece zor, ama başka seçeneği olmayan yoldur bu.
Ona göre, kişinin her hatalı seçimi bir şekilde kökünden sökülüp çıkarılmalı, her yanlış yaptığında yeniden başlamalıdır.
Ama sonsuza kadar değil!
Seçmenin ve zamanında seçmenin önemi burada yatar.
Vakti gelince doğru seçim yapabilmek neden bu denli önemlidir yaşamda?
Yoksa yanılıyor muyum, önemli değil midir?
Birey belli bir anda kişiliğinden sıyrılıp yaşamına ara verip özgürce seçim yapabilir mi?
Kıerkegaard, evet yanıtını verenlerin büyük yanılgı içerisinde ve sıradan estetik bir yaşama sahip olduğunu söyler.
Çünkü birey daha seçimini yapmadan kişilikleri seçilenle ilişki kurmaktadır; birey seçimi ertelese bile kişilik ya da kişiliğin içindeki bilinmeyen güçleri bilinçdışı olarak seçimini yapmaktadır.
Hepimizin yaşamı böylesi yanlış seçimlerle tıka basa dopdoludur.
Doğru seçimler yapabilme yolunun tek bir ilk adımı vardır ve büyük düşünür onu önerir.
Şöyle der Kıerkegaard; İnsanın çevresinde her şey berrak, yıldızlı bir gece gibi sessiz ve heybetli olduğunda, ruhu dünyanın içinde bir başına kaldığında, karşısına olağandışı bir insanoğlu değil, ebedi gücün ta kendisi çıkar, adeta gökler yarılır ve ben kendini seçer, ya da daha doğrusu kendini kavrar. O zaman ruh en yüceyi, hiçbir ölümlü gözün göremeyeceği ve asla unutulamayacak olanı görür, kişilik onu ebediyen soylu kılacak olan şövalyelik payesini alır.
Daha önce olduğundan farklı bir kişiye değil kendine dönüşür.
Bilinci tamamlanmıştır ve artık kendisidir.
En zengin kişilik bile kendini seçmeden önce hiç bir şeydir, öte yandan en zayıf kişilik bile kendini seçtiğinde her şeydir, çünkü büyüklük şu ya da bu olmakta değil kişinin kendisi olmasında yatar ve yürekten isteyen herkes bu mertebeye ulaşabilir.

Kanımca özgür sandığımız seçimleri her birey gibi yapmaktan başka olasılığımız yok ama zaten evrim tam da bu nokta da başlıyor.
Seçim nesnesi belli olduğunda kişinin içinde var olan estetiğin kendiliğinden ve dolaysız bir seçimi gerçekleşir.
İşte bu nokta mutlu bir yaşam umudunun yani estetik bir yaşamın etiğe dönüşebileceği yolun başlangıcıdır.
Vazgeçişin en uygun tercih olduğu sözlerinde ben estetik yaşamın çaresizliğini görüyorum.
Sonrasını, yani her vazgeçişin ardında sıra bekleyen milyonlarca vazgeçişin dolduracağı bir yaşamı kim isteyebilir?
Etik yaşam vazgeçişlerin olmadığı bir yaşamdır.
Bunu sürdüren ve ‘erdemli’ diyebileceğim birey, kendisi için iyi ve güzel olanı tartışma konusu yapmadan, doğrudan seçerek gerçekleştirir.
Ben insan olmayı böyle tanımlıyorum.

11 Temmuz 2012 Çarşamba

yamansaz nilüferleri



Lara ormanlarının  ötesinde  Yamansaz bataklıkları başlar.
Bir zamanların göz alabildiğine yayılan ve korku veren bu yabanıl doğa harikası,  şimdiler onu çevreleyen çirkin yapıların  balkon manzarası oldu.
Göçmen kuşların bile unuttuğu, artakalan birkaç dönümlük alanda bugün, hüzün veren   bir direnişin kalıntıları var sadece.
Orada, sular her zaman berraktır ama derinlere doğru birden karanlıklaşıverir.
Sazlar ve çeşit çeşit su  bitkileri  derinlerden  masmavi göğe doğru birbirlerine sarmalanarak uzanırlar.
Yüzlerce yılık döngüler  sonrası bitkilerin çürümüş bedenlerinden, yenilerinin  filizlendiği adalar yüzer.

Ben Yamansaz’ın Nilüferlerini çok severim,
Onlar sanki suların karanlığından yukarı taşıdıkları aydınlık  çiçekleriyle farklı dünyalardan mistik mesajlar taşırlar .
Suların aynalarında , kocaman yeşil yuvarlak yaprakları ve  ortası sarı, beyaz çiçekleriyle,  gün boyu  tembel tembel salınırlar.
Bir zamanlar buraya gelip onlara öylesine bakardım.
Sessizlik  giderek derinleşir, dinginleşir  ve  sonra,  beni de  içine alarak anlatılamaz bir huzur duygusuyla, 
hiçbir şey yapmamanın, o olağanüstü tadına varırdım.

6 Temmuz 2012 Cuma

Kiraz Çiçekleri






Bir uzak doğulu bilge, yaşamı kiraz çiçeklerinin üç günlük ömrüne benzetmiş.
İlk gün, yeşil dallar goncalarla doludur,
sonrasında, pembe beyaz açan çiçekleriyle ağaç, güzelliğinin doruğuna tırmanır.
Ve sonra hepsi dökülür, yerlere,
sanki geleceğin yeni goncalarını yaratmak için.
Hiç düşündünüz mü, yaşamın anlamı ne olabilir, anlamlı bir yaşam nasıl sürdürülebilir?
Bana göre yanıt, ileri, ya da geriye mi doğru baktığınıza göre değişir.
Goncaların egemen olduğu ilk günler umutlarımızdır amacımız.
Açan çiçekler ise kusursuz bir güzelliği ve gücü simgeler.
Ve her şeye sahip olabileceğini sanan, salt onu amaçlayan, kişileri anımsatır bana.
Ama üçüncü gün, ilk esintiyle yok olacaktır tüm güzellikler.
Belirmeye başlayan meyveler, sonsuz bir döngünün yeni bir başlangıcı da olabilir kimilerine göre.
Barbara ve eşi Jim'in hikayelerini duyduktan sonra, yaşamımı, alelacele çizilmiş, sanki zaman yetmediği için ayrıntıları doldurulmamış bir resme benzetmeye başladım.
Yaşam da geç kalmak çok kötü bir duygu...
İki sene önce Jim, evliliklerinin yetmişinci yılında eşi barbarayı yalnız bırakarak ölmüş.
Çocukluktan başlayan, hiç kavga etmemeyi başardıkları, uzun mutlu bir yaşamları olmuş onların.
Sevgilerini öylesine kıskanmışlar ki, sırf bu nedenle anne ve baba olmayı bile istememişler.
Sık sık dans ederlermiş ve hatta girdikleri yarışmalardan çok sayıda kupalar bile kazanmışlar.




Jim, en sevdikleri yer olan ve her gün elele gezindikleri, çimlere oturup lavanta tarlalarını seyrettikleri tepelere küllerinin saçılmasını vasiyet etmiş.
Barbara da, öyle yapmış, sevgilisini rüzgarlı bir günde, çok sevdikleri o tepelere saçmış avuç avuç.
İki sene daha, normal hayatını sürdürebilmiş Barbara.
Düşüp kalçasını kırarak yürüyemez duruma gelinceye kadar, Yorkshire'da sevgilisinin küllerini saçtığı tepelere bakarak ve belki de onlarla konuşarak özlemini gidermeye çalışmış.
Şimdi bir hastane odasında yatıyor.
Kapısına bir not yapıştırılmış soğuk, sessiz bir odada.
Uyulmasını istediği ve imzaladığı notta şunlar yazıyor.
''Barbara hiç kimseyle görüşmek ve tedavi olmak istemiyor. Kalbi durduğunda müdahale edilmeyecek.''