22 Ekim 2012 Pazartesi

Feliks


 


Duyduğumda çok şaşırmıştım, mahallenin köpeklerini bu minik sevimli kedi mi hizaya sokacaktı?
Avuçlarımın içinde kaybolmuş, koyu kahve suratının ortasındaki mavi gözleriyle öylesine masum ve çaresiz bakıyordu ki!
Beni her akşam kapıda karşılayan Feliks'le, evim canlandı ve sanki bir yuva oldu.
Artık boş bir eve gelmiyordum.
Çok çabuk büyüdü, büyümesi hiç durmayacak sandım ama sonunda dokuz buçuk kiloda karar kıldı.
Güçlü, çevik ve saldırgan bir erkek kedi oldu.
Hep gözünün önünde olmamı isterdi. Bana yakın yüksekçe bir yere uzanır ve öylesine beni seyrederdi.
Gözlem altında olmak rahatsız edici bir duygu olsa da Feliks'in sevgi dolu, yumuşak bakışları hep huzur verdi bana.
Tembel, çirkin, fakir ya da yaşlı olmanın hiç önemi olmadığı ve beni salt ben olduğum için sevdiğini bilmem çok güzel bir duygu.
Ama güzel günler çabuk sonlandı!
İlk olay eve tamirat için gelen ustaların, saldıran köpeklerden kurtulmak için benim bahçeye sığınmalarıyla çıktı.
Evin hizmetlisinin, 'aman beyler kedi var dikkat !' çığlığını önemsemeyen hatta kızan adamların halini ertesi gün çağrıldığım karakolda öğrendim. Pantolonları paramparça, dizlerinden aşağısı derin yırtıklarla kaplıymış.
Daha sonra yan komşum aradı, ve kedimden şikayetçi olduğunu söyledi.
Gördüklerime inanamadım.
Feliks kendi evine girermişçesine onların bahçe ön kapısından içeri girdi.
Sonra hiç istifini bozmadan köpeğin su kabına yaklaşıp sakin sakin onun suyunu içti.
Bu esnada boxer klübesine sığınmış ve korkuyla onun gitmesini bekliyordu.
Haftalardır her sabah ayni saatte benim bıçkın bu ziyaretini yapıyormuş.
Bir gün, arabamı yıkarken arkasında iki köpek, koşarak bana doğru geldiğini gördüm. Yanımdan geçerken birden döndü ve saldırdı, birini kaçırdı ama kurt cinsi olanla yaptıkları kavga kanlı bitti.
Kurt köpeği sonunda yenilgiyi kabul etti ama, Feliks bir kulağının ucunu kaybetti.
Çapkındı, her mart geldiğinde onun dam muhabbetleri yüzünden çok geceleri uykusuz geçirdim.
Ve sonunda ölümcül bir hata etti, komşumun kedisine aşık oldu.
Bütün gün onun yanından ayrılamıyor.
Ne halt edeceğimi bilemedim, sevgilisi güzel ama kastre edilmiş bir güzel...
Benimki Nietzche gibi çıldırdı, mahalledeki bütün sıçanları, kuşları Salome'sine taşıdı.
Neredeyse tüm günü orada geçiriyor ama tık yok.
Artık eve geldiğimde beni karşılamıyor. Gecelerini komşunun bahçe kapısı önünde yatmaya başladı.
Sonunda olanlar oldu, evin hanımı artık sıkılıp sevgilisini yanından alınca, benimki zaten mutsuz umutsuz ve bitik durumda, birden saldırıyor.
Kadıncağız havuza atlıyarak kurtulabilmiş. Eşinin yardımına gelen evin erkeğini ise Feliks'in elinden zor aldık.
Ardından bir başka komşum, köpeğiyle evimin önünden geçme cüretini gösterince, zaten bela arayan kedim, ikisini birden paraladı.
Ve bardak taştı.
Mahalle sakinleri feliks'e ya hapis ya da tasma takma zorunluğu getirdi.
Ama ne mümkün onunla yolda yürümek, arkamda sürüklüyorum.
Herkes halime gülüyor.
Dışarı çıkarmadığım zamanlar ise, evin her noktasına halılara, duvarlara, yataklara durmadan çiş yapıyor.
Temizlikçi kadın işi gücü bıraktı, onun arkasında elinde bez dolaşıyor.
Sonunda danıştığım tüm veterinerler bu kulağı kesik yedi belayı kastre etmemin en iyi ve tek çıkar yol olduğunu söylediler.
Günlerce düşündüm ve hiç bir çarem kalmayınca gerçekleştirdim.
Birinci kattan atlayıp, havada güvercin tutan, sadece avladıklarını yiyen, bir kez bile mırıldanmayan, kucağıma gelmeyen ama beni uzaktan seven kedim, erkek kişiliğini yitirince tümüyle değişti.
Artık kucağımda oturuyor, hep mırıldanıyor. Mama çeşitleri üzerine şımarıklıklar yapıyor. Komşularımla ve hatta onların kedileriyle oyunlar bile oynuyor.
Artık köpeklerin taslarından da su içmiyor.
Herkesle arası düzeldi, ellerinden yemek bile yemeye başladı.
Ve şişmanladı, o sırım gibi adeleli vücut hantallaştı ve hareketleri ağırlaştı.
Uzun süre bana hoş gelen yeni davranışlarından kedimin mutlu olduğunu sandım.
Hatta cinsiyetsizliğin mutluluk üstüne etkilerini sorguladım ve tartıştım arkadaşlarımla.
Ama hiç bir zaman onun mutlu olduğundan tam emin olamadım.
Kediler yaşantılarında sadece üç şey düşünürlermiş 'yiyecek, seks ve hiç birşey...' ( *)
Onu cinsiyetsiz kıldığımda geriye sadece yiyecek kaldı.

Şeytan dürtüp duruyor, sormadan duramayacağım, ya insanlar kaç şey düşünür acaba?

12 Ekim 2012 Cuma



Bir şarkı ve bir anı...

Güzel bir göz beni attı bu derin sevdaya
benziyor şimdi benim ömrüm uzun rüyaya. Nihavent şarkı


Yüksek ot ve çiçeklerin kapladığı ağaçsız bir tepe.
Biteviye esen, rüzgarın karıştırdığı uzun kızıl saçlar, çilli ve hep gülen ışıltılı bir yüz.
Küçük dolgun dudaklar ve iri yeşil gözler.
İki elimle kavrayabildiğim beli, uzun bacaklarıyla bir kelebek gibi zarif ve güzel gelirdi sevgilim bana.
Merak ettim, neden o güne değin gözlerinin içine bakamadım acaba?
Kukumav tepesinde nereye baksan deniz görünür, sanki her yere, her şeye uzak bir yerdir orası.
Şiddetli fırtınalarda adanın küçük köylerinde yaşam yavaşlar, kimi şeyler değerlenirken kimileri daha önemsizleşir, hatta unutulur bile.
Artan paylaşma duygusuyla dostlar yakınlaşır, aşıklar sevgilileriyle bütünleşmek ve ona sahip olmak ister sanki.
Kafa karıştıran her şey denizlerin ötesinde kalmıştır.
Seviyorsan sevdiğini söylersin, söylemesini beklemeden sevgiline.
Çünki zaman bile birden kıymetlenmiştir.
Bencilce tadına varmak istersin o anın, aşkın ve yaşamın.
Böylesi bir fırtına sonrasında, kukumav tepesinde öptüm sevgilimi ilk kez.
Rüzgarın yatırdığı uzun otlar, çiçekler arasında içimi açtım ona.
Yeşil gözlerine onca zamandır ilk kez yakından ve uzun uzun bakabildim. Ne geçmişi, ne de geleceği düşünmeden salt o anı yaşadım.
Bir rüya gibiydi.
Çok yıllar önce ayrıldık. Kimbilir bugün kime bakıyor, kime güzel geliyor o yeşil gözler...
Onu yitirdim ama onu yaşayabildim.



 









 


8 Ekim 2012 Pazartesi

yüzen gelincikler





 




Bugün yağmurlarla yeşermeye başlayan tepelere bakınca anımsadım.
Yakında çavdar otlarının arasından öbek, öbek gelincikler belirecekler.
Çocukluğumda, henüz açmamış goncalarını koparıp onların içerisinden buruşuk kırmızı yapraklarını çıkarmayı çok severdim.
Tipik acımasız haşarı bir erkek çocuğu oyunu!
Yıllar sonra bir gün sevgilimle kırlarda gezerken gelinciklerin örttüğü bir yamaçta durmuş bu muhteşem kızıllığı seyrediyorduk.
Eski alışkanlığımla çevremdeki goncaları açmaya ve buruşuk kırmızılarını çıkartmaya başladım.
Sevgilim şaşkın, gördüklerine inanmayan bakışlarla kalanları elimden aldı ve eve döndüğümüzde onlarla bana bir sürpriz yapacağını fısıldadı.
Anlamadım ama itiraf etmeliyim, Girit kökenli olması nedeniyle ilk aklıma gelen içki ya da bir yemek oldu.
Sonra eve geldik.
Sevgilim, tüm gelincik goncalarını, aralarına birkaç küçük yüzen mumla beyaz, içi su dolu geniş bir porselen kaseye yerleştirdi
Bir süre sonra, birbiri ardına açıp yüzmeye başlayan gelinciklerden uzun süre gözlerimi alamadım.
Kadınlar, kadınlar, kadınlar...
O denli farklısınız ki bizlerden.
Halime bakın ne düşündüm ne buldum.
Ama ilginç olanı ne bir ders çıkarmayı düşündüm ne de utandım.
Hatta ' benim' (!) sevgilimin ne kadar akıllı ve yaratıcı olduğundan kendime pay bile çıkardım diyebilirim.
Neden kendim üzerine biraz olsun kafa yormadım?
Yanıt çok basit çünkü ben bir erkeğim...
Bende olmayanları, olanda sahiplenmek aslında tam da erkekçe bir çözüm değil mi?

 



 

5 Ekim 2012 Cuma

Kurbağaları sevmem !









Kurbağaları sevmem. 
Islak yeşil renkleri, çirkin sesleri ve patlak gözleriyle bana çok sevimsiz gelirler.
Onları salt su kenarlarında yaşar sanırdım ama burada, bu tepenin başında beni yine buldular.
Her akşam birkaç tanesini verandam da hoplayıp zıplarken görüyorum. Ama sivrisinek avcısı olduklarını öğrendiğimde onlara katlanmayı uygun buldum.
Şanti, (kedim) doğayla ilk kez burada tanıştı. İlk gününü hiç unutamıyorum, ayda dolaşan ilk astronotlar gibi, bitmez tükenmez bir merakla ve biraz ürkek, tüm gün etrafı kokladı tadına baktı.
Simdi tam bir sokak kızı.
Yaramaz çocuklar gibi, onu artık salt yemek ve tuvalet ihtiyacını gidermek için kısa süreli uğradığında görebiliyorum.
Şaka değil gerçekten tuvaleti için eve geliyor ve hemen tekrar çıkmak için yalvarıyor.
Onu azarlarken annemi ve çocukluğumu anımsayıp gülümsüyorum.
Bir akşam dışardan gelen gürültüler nedeniyle verandama çıktığımda dehşete düştüm.
Şanti iki patisi arasında duran bir kurbağayla bana bakıyordu…
Önce insanca bir yaklaşımla avladığını sandım.
Sonra kendimden utandım ve bir koltuğa oturup uzun, uzun onları seyrettim.
Oynuyorlardı!
Bir haftayı geçti, hala oynuyorlar.

3 Ekim 2012 Çarşamba

Pek hoş bir topluluk olduk...


Bir güvercin daha sığındı bana.
İlkinin ayak bileklerinde sahibinin adresi vardı, aradım gelip aldı.
Ama bu güzel şeyden nedense bir türlü ayrılamıyorum.
Kimi zaman serçelerle, kimi zaman arı kuşlarıyla ama en çok kırlangıçlarla beraber görüyorum onu.
Gökyüzünde bir bulutta ötekine süzülürlerken güvercinim hiçbirinin yapamadığı bir hareketle, birbirine ardına taklalar atarak iniyor ve ardından birden yükseliveriyor.
Hep yakınımda, dokunmadan salt bakarak sürdürülen bir arkadaşlık bu.
Gün batımına yakın gidiyor, hem de çok uzaklara, dikkatle gözlememe karşın indiği yeri hiç göremedim.




Tam alnında sanki ters taranmış gibi duran tüylerin altında, yuvarlak ve kenarlarını kırmızıların süslediği güzel gözleri, yürürken öne arkaya sallanan uzun zarif boynu, ayaklarına kadar uzanan süt beyaz paçaları ve sütlü kahve kabarık bir göğsü var.
Her sabah güneşin tepeyi aydınlattığı erken saatlerde geliyor.
Bir başına o da benim gibi.
Bu sabah kırmızı sürmeli gözleri hep üzerimde.
Yanına, daha yanına yaklaştım .
Güvercinler toplu halde yaşayan hayvanlardır.
Neden bir başınaydı acaba?

Yoksa gürültülü ve kalabalık bir sürüden kaçıp buraların dinginliğine mi sığınıyordu?
Ben ona bakıp düşünürken, o olduğu yerde dönüyor, çirkin sesiyle guruldanıp duruyor. 
Sonra birden yukarı doğru fırlattı kendini.
Dakikalar boyu çıktı, çıktı sadece çıktı.
Masmavi gökyüzünde parlayan güneşin arkasına geçti sanki ve yok oldu.
Her şeyi ardında bırakarak yükselmek, rüzgar ve bulutlara sarılıp dünyanın bile küçüldüğü önemsizleştiği hatta olmadığı uzak mavilerde süzülebilmek.
Sessiz dakikalar birbiri ardına geçti.
Sonra, onu takip etmeye çalışan arı kuşlarıyla, bir bulutun içinden fırlayıverdi.
Birbiri ardına taklalar atıyordu.
Sonra geldi yanıma kondu.

Pek hoş bir topluluk olduk bu tepede!
Verendamın yanını kaplayan günaydın çiçeklerinin içinde bir bukalemun, yaseminlerin altına ev kuran tek bir kaplumbağa, kedim Şanti, ben, iki komşum
ve  bana martı romanın kahramanı Jonathan Livingston'u anımsatan güvercinim.

 

 

 

 

19 Eylül 2012 Çarşamba

Keşke bir kızkardeşim olsaydı (2)


 
Çok gürültülü bir evimiz vardı.
Üç kardeş yere yuvarlanmış her zamanki gibi boğuşurken, yanında annem Susan içeri girdi. 
Beline kadar uzanan ışıltılı kızıl saçları, hep gülen yukarı kıvrılmış dudakları ve yanaklarını dolduran çilleriyle sanki başka bir dünyadan gelmişti.
İncecik sesli, bu sakin ve çelimsiz kız, biteviye güç yarıştırdığımız erkek dünyamızı altüst ediverdi.
Açılan bavuldan çıkan rengarenk giysilere şaşkın, şaşkın baktık.
Uçuk mavi gömlek. mor kazak, ve yaşamımın ilk açık mavi pantolonunu itiraz bile edemeden, erkeklik gururum yerlerde sürünerek giydim ve ev halkının karşısına çıktım.
Aslında anlayamadığım bir nedenle beklediğim tek onay Susan'dan gelecek olandı.
Neşeyle parlayan beğeni dolu bir gülümseme, daha sonraki tüm renk alışkanlıklarımı yerle bir etti.
Sonra evde kapı olduğunu farkettik.
Koşarak daldığım odadan yükselen çığlık ve dehşetle açılan gözler, hepimize kapı vurma denilen şeyi öğretti.
Yemeklerimiz hep bir yarıştı sanki.
Sokağın dayanılmaz çağrısıyla göz açıp kapayıncaya kadar, kimi zaman ne yediğimizin bile farkına varmadan karnımızı doyurur ve hemen kalkmak isterdik.
Annem, saatler boyu hazırladığı şeylerin dakikalar içinde yok olmasına kimbilir nekadar üzülürdü.
İlk yemeğimizi hiç unutamıyorum.
İçeri henüz girmiştik, annemin yemeği masaya getirmesini bile beklemeden, mutfakta doldurduğumuz tabaklarımıza saldırdık.
Çünkü sokak bizi bekliyordu.
Boğulur gibi yerken gözüm Susan'a takıldı; irileşmiş gözleriyle dehşet içinde bizi seyrediyordu.
Susan ayni çatı altında yaşadığım ilk kız oldu ve yaşantımda çok köklü değişiklikler yarattı.
Her gece saçlarını uzun uzun tararken biz de karşısında dikilip bıkmadan hayranlıkla onu seyrederdik.
Sonra anlayamadığım bir suç işledim...
Fırçasındaki saçlarından bir tutamını çaldım ve hatıra defterimde boş bir sayfaya iliştirdim.
Sonra gitti.
Giderken annemle birbirlerine sarılıp ağladılar.
Ama biz kardeşler, tüm üzüntümüze karşın aptallar gibi kendimizi kasıp sadece sırıttık.
Keşke biz erkekler duygularımızı dile getirmede kadınlar gibi başarılı olabilsek.
Ama sıradan iki kelime, çoğu kez erkeklik egomun düğümlediği iplere öylesine dolanıyor ki, hiç birşey söyleyemiyor, anlatamıyor ve öylesine bekliyorum.
Sevdiğim ona söylemek istediğimi, bana söylesin diye.

Zor şey erkek olmak.
Hem de çok zor.

13 Ağustos 2012 Pazartesi

Keşke bir kızkardeşim olsaydı (1)



yaramaz çocuk resimleri

Kız kardeşim olsun isterdim.
Bunun ne denli büyük bir eksiklik olduğunu, ancak yıllar sonra ve yaşlandığımda, değiştiremediğim kimi davranışlarımı sorguladığımda fark ettim.
Feminen bir kişilik, yaşamla çok daha fazla barışık ve uyumlu.
Böylesi kişilikler kimi şanslı erkeklerde de görülebiliyormuş.
Ama kadınların büyük çoğunluğu, bu değerlerle donanımlı olarak dünyaya geliyorlar.
İlginç olan başka bir gerçek, kızkardeşi olan erkeklerin bu ayrıcalıklı ve şanslı durumlarının farkında bile olmaması.
Abim ve ben çok haşarıydık, hem de en uçlarda gezinenlerinden.
Sevgili annem, yıllar sonra bir kız umuduyla, şansını son kez denedi ama yine başaramadı.
Ayni modeli üçledi sadece.
O günlerimizi düşündüğümde kavgacı, tahrip edici, ayrıştırıcı, yıkıcı ve acımasız, örnek bir erkek kişiliğinin nasıl filizlendiğini adım adım görebiliyorum.
Sevgili babamın, yaşadığımız il'de çilek üzerine yaptığı araştırmanın sonucunu bile etkiledi haşarılıklarımız.
Her sabah, o gelmeden tarlaya koşup, tüm kızaranları vahşice tüketirdik.
Sonrasında, bakanlığa giden resmi rapor çileklerin belli bir boya geldiklerini pembeleştiğini ama kızaramadıkları doğrultusunda oldu.
Yine babamın ticaret üzerine yaptığı bir konuşma sonrasında devletin çiftliğinde, taşıyabildiğimiz tüm kazma kürek gibi aletleri yola çıkarıp sattık.
Ama kazancımızı övünerek paylaşmak istediğimizde, annemin o güzel gözleriyle bize bakışını unutamıyorum.
Sonra sigarayı merak ettik.
Gazete kağıdına sardığımız mısır püsküllerinden oluşan o berbat şeyi gözlerimizden yaşlar fışkırana dek inatla içtik.
Sonuç hastane.
Kafamıza tavşan kulakları takıp, komşunun havuç tarlasını sıçraya sıçraya talan ettik. Sonu kötü bitti, yakalandık ama o minik havuçların tadı hala damağımda.
Tarzan filmini seyrettikten sonra, ağaçtan ağaca sarmaşıklarla uçmak istedik.
Ve annemin çamaşır ipini çalmayla başlayan serüvenimiz yine hastanede bitti.
Abim dallara çarpa, çarpa düşerken hala tarzan gibi bağırıyordu.
Ama en kötü biten ve unutamadığım yaramazlığımız biraz daha büyüdüğümüzde gerçekleşti.
Sıcaklar bastığında, tüm çocuklar sulama havuzuna akın ederdik.
On metre karelik bir yerde ve onlarca, her yaştan yarı çıplak, erkeklerden oluşan balık istifi bir eğlence düşünün.
Annem tehdit etti, gelir onca erkek arasından sizi alırım!
Ve yaptı !
Utancımızdan günlerce sokağa çıkamadık, arkadaşlarımızın yüzüne bakamadık.
Çatılara kadar uzanan mahalle kavgaları, sapanlarla yapılan acımasız avlar, kedi ve köpeklere yaptığımız eziyetler, sigara kutularıyla oynanan kumarlar, meyve hırsızlıkları ve daha neler neler.
Nasıl bir güdü, hangi nedenle bizi itiyordu, mutlaka bir nedeni vardır ama ben bilmiyorum.
Keşke örnek olabilecek bir kız kardeşim olsaydı. İnanıyorum ki çok daha farklı çocukluğum ve gençliğim olacaktı.
Ve böylesi bir şansa sahip olanların, yaşama çok daha iyi uyum sağladıkları da yadsıyamadığım bir başka gerçek.

Sonra bir gün, mavi gözlü, kızıl saçlı, çilli bir prenses Susan, bir melek gibi Amerika'dan gelip bu erkek cehennemine kondu...

1 Ağustos 2012 Çarşamba

Songül Teyze





İlk okulu Anadolu'nun üç ayrı kentinde okudum.
Bizim kuşak memur çocukları göçebelere benzer.
Ama sanki insanoğlu, bitkiler gibi, kök salmak isteyen bir canlı.
O çorak, kımıldamayan kentlerin hiçbirinden ayrılmak istemedim.
Gitmemek, arkadaşlarımdan ayrılmamak için hep yalvardım ve gözyaşı döktüm.
Ama yine ayrıldık.
Sonra alıştım.
O zamanlar, şehirler arası yolculuklar kömür yakan simsiyah trenlerle yapılırdı.
İs kokan, cüruf tozlarının uçuştuğu bu yolculuklarımızdan sonuncusunu, bir kadın  yüzünden hiç unutamıyorum.
Tam da karşı cinsin farklılıklarının ilgimi çekmeye başladığı bir dönemdi.
Sarı saçları, göğüs dekoltesi, parlak kırmızıya boyanmış dudakları ve abartılı küpeleriyle bir kadın girdi vagonumuza.
Annemin hafif çiçeksi parfümlerinden çok daha farklı şeyleri çağrıştıran bir koku tüm vagonu doldurdu sanki.
İkaz edilene kadar büyülenmiş gibi, baktım 'Songül' teyzeye ve onun tüm farklılıklarına
Uzunca bir süre soğuk ve suskun geçti yolculuk.  
Bütün gün, sadece her an değişen manzarayı seyrettik.
Gün batımında o kadın, başını cama yaslayarak çocuk yaşımda, beni bile hüzünlendiren bir ayrılık  şarkısı mırıldanmaya başladı.

Yalnız aşkım ve sen vardın
Bu tatlı rüyâdan bilmem
Sonra nasıl uyandım

Ne kadar hoş âlemdi
O cihana bedeldi

Zevkine doyulmaz
Pembe bir gülşendi

Yalnız aşkım
ve sen vardın.
O tatlı rüyadan bilmem nasıl uyandım.

Sonra birden annemle sohbete başladılar, köyünü anlattı uzun, uzun.
Aşkını ve terk edilişini.
İstanbul'a yolculuğunu, adını ilk kez duyduğum ve kötü bir yer olduğunu fark ettiğim barlar ve  güney doğunun sazlarına uzanan bir yaşam hikayesi dinledim o gece.
Annem anlayamadığım bir şekilde değişti, yol boyu uzun, uzun konuştular, şarkılar söylediler.
Ve çoğunluk erkekleri çekiştirdiler sanki.
Onları sessizce dinledim.
Dilimin ucuna gelen, merak ettiğim onlarca sorunun hiç birini, ne ona ne de anneme soramadım.
Galiba bende artık kendimi bir erkek olarak görmeye başlamıştım!
Sonra, babamın bizi beklediği istasyona ulaştık.
Babam gelmeden annem ve Songül teyze aceleyle vedalaştılar.
Kırık dökük bir kaç sözcükten sonra, ayrıldık.
Günler geçti hiç aklımdan çıkmayan Songül teyze rüyalarıma bile girer oldu.
Sonra bir gece, yazlık sinema dönüşü bir saz (bar) önünden geçerken onu gördüm.
Işıklı bir panoda, dansöz kıyafetleriyle gülümsüyordu.
Farkında olmadan bağırmışım

Anne, bak Songül teyze ! ! !

Çevrede olan birkaç kişinin ve babamın önce bana sonra anneme bakışını hiç unutmuyorum.
Günler süren uzun kavgalar oldu  ve sonra her şey unutuldu.
Batan güneşe karşı, cama başını yaslamış şarkı söyleyen o güzel kadını ve yapılan tüm kötülüklere karşın, hala tükenmeyen bir özlemi anlatan bu şarkıyı hiç unutamadım.

Neveser Kökdeş'in suzinak eseri ' pek özledim o demleri'














  





 

24 Temmuz 2012 Salı

Üşümek istiyorum....



Kepenklerimi bir süreliğine kapatıyorum.
Tatil yapacağım.
Resimdeki yeri bilen varsa lütfen söylesin...
Üşümek donmak titremek ne güzel bir duyguymuş.
Bu günden sonra soğuktan hiç şikayet etmeyeceğim.






21 Temmuz 2012 Cumartesi

Çok sıcak, bunaldım yazısı....










Bir mevsim daha döndü.
Arka bahçemde sararan kuruyan mısırlarım, sonbaharın serinleyen rüzgarlarını seslendiriyor.
Yıldız çiçeklerim artık büyümüyor ve seyrek çiçek açıyor.
Toprak altında gelecek yılın yumrularını büyütüyor olmalılar.
Lavantalar daha keskin kokmaya başladı.
Ana şahin ve gelişkin yavruları gökyüzünde çığlıklar atarak ama haşarılık yapmadan, sakince süzülüyorlar bulutlar arasında.
Yakında gidecekler.
Toprak kokan ilk yağmurlarıyla, soğuk geceleri, beyaz dağları ve sisli sabahlarıyla kış geliyor.
Yosunlu meşe odunlarıyla doldurduğum büyük döküm sobamın, soğuğun ve alevlerin tadını çıkaracağım.

18 Temmuz 2012 Çarşamba

Mutluluk vahaları



Akdeniz’in özgün dokusu olan makiliklerini çok severim
Kışın serinliğinde kızıl kahveye çalan bu örtü, havalar ısınmaya başladığında baharın yeşili ve çiçekleriyle bezenir.
Ladenler, defneler ve öbekler halinde yayılan mor çiçekli kekiklerden salt Akdeniz’e özgü acılıkta keskin kokular yükselir.
Ötelerde türkuazdan laciverde renk değiştiren deniz, beyaz bulutların tembelce gezindiği mavi gökyüzünün altında ufka doğru uzanır.
Yazın yakıcı güneşiyle birlikte çekirge ve ağustos böcekleri ortaya çıkar.
Gürültülerine bakarsanız sanki onlar buraların tek sakinidir.
Oysa daha başkaları da vardır makiliklerde, onlardan güçlü ve daha önemli olan.
Ama sessiz oldukları için dikkatimizi çekmeyen.
Tıpkı toplumun kimlikler denizinde, sessiz ve dingin birer mutluluk vahaları gibi duran, kişiliklerini yaratmış insanlar gibi.

17 Temmuz 2012 Salı

Orman yolları



manzara orman yolu resimleri

Orman yolları hep ilgimi çekmiştir.
Asfalt üzerinde zamanla yarışırken kimi zaman onları fark bile edemeyiz.
Sanki doğa meraklısı bir grayderin yıllar öncesi yaptığı öylesine bir gezintiden artakalmış gibidirler.
Birden yükseliveren bu patikaların, taşlar ve otlarla kaplı görünen başlangıcı kısacıktır, sanki daha ötelerin gizemlerini saklarmışçasına.
Hep bir gün bunlardan birinin ötelerinde kaybolmak istedim.
Bir düşünsenize nereye gidildiği, doğru yolun hangisi olduğu, ne kadar süreceği ve sonunda nereye ulaşılacağı bilinmeyen bir mekanda olmanın keyfini.
Kimselere danışmadan, yön göstergeleri olmadan, baskı hissetmeden geçirilebilecek öylesine bir zaman parçası.

Akdeniz'in kuzeyindeki dağlık kuşağı çok seviyorum. Yabanıl denilemez ama çağdaş dünyanın elinin henüz ulaşamadığı yerleri hala var.
Bayramların birinde, henüz güneş doğarken kahve ve çay termoslarımla yola çıktım.
Antalya olağanüstü bir kent, yarım saat sürecek bir yolculukla modern dünyanın tüm yaratılarından kaçabiliyorsunuz.
Ve ben kaçtım.
Orman yollarının görebildiğim en gizemlisine saptım.
Ama daha ilk metrelerinde içimde kaygı ve korku karışımı bir duygunun yoğunlaştığını fark ettim.
Doğadan çekiniyordum, çünkü içinde bulunduğum kültür, başarısını onunla yarışarak ve alt ederek elde ettiğini sanıyordu.
Dört çeker arabama karşın yinede huzursuzdum. Bir arıza yapabilir, beklenmedik bir sorun çıkarabilirdi.
Ayrıca toplumun düzeninden uzak kalmış buralara uymuş insanların olası davranışları hakkında kaygı duyuyordum.
Yani yabancıydım buralarda.
Çevremin güzelliği bu duyguları hemen uzaklaştırdı kafamdan.
Ormanların yağmur sonrası görünümünü ve ıslak toprak kokusunu çok severim.
Yeşil başka bir yeşil olurken, toprak parlar, ağaç altları beyaz mantarlarla dolar.
Birkaç saat sonra çam dallarından oluşmuş çatısından duman tüten kulübemsi bir şeyin önüne geldim.
Nereden çıktığını anlamadığım, soluk karanlık renkli köpekler arabamı sardı.
Ardından biri beliriverdi yanımda.
Uzun, ince yapılı ama yere sağlam basan, güçlü bir görünümü vardı.
Öylesine kesilmiş düzensiz bir sakal, uzun saçlar ve yanık kırış, kırış bir surat.
Adet olduğu gibi Müslümanımsı bir bayram selamı uzattık birbirimize.
İki hafta önce işaretli ağaçları kesmek üzere ormancılar tarafından bırakılmış.
Beklediğini hissettim, ona sormam gerekiyordu- falanca yere nasıl gideceğim?
Ama ben huzursuzdum, sormadığım gibi, bir an önce de oradan uzaklaşmak istiyordum.
Niyetimi belli eden veda sözcüğünü duyunca sarsıldı.
Aklına ilk gelen şeyi söyledi, Beyim çay içer misin?
Ama şekerim yok!
Ben yavaşça veda edip uzaklaşırken, daha doğrusu kaçarken, arkamdan seslendi,

Bal katardım !

Kalamadığıma, bal katılmış çayı içemediğime hala üzülürüm.

12 Temmuz 2012 Perşembe

Kierkegaart ve Deniz Kızlarının Şeytani Müziği










Denizkızlarının şeytani müzikleriyle etki altına aldıkları insanlarla ilgili masallar vardır.
Denir ki büyülenmiş kişinin büyüyü bozmak için tek bir hata yapmadan ayni şarkıyı tersten söylemesi gerekir.
Kıerkegaard’ın hayran olduğu yapması son derece zor, ama başka seçeneği olmayan yoldur bu.
Ona göre, kişinin her hatalı seçimi bir şekilde kökünden sökülüp çıkarılmalı, her yanlış yaptığında yeniden başlamalıdır.
Ama sonsuza kadar değil!
Seçmenin ve zamanında seçmenin önemi burada yatar.
Vakti gelince doğru seçim yapabilmek neden bu denli önemlidir yaşamda?
Yoksa yanılıyor muyum, önemli değil midir?
Birey belli bir anda kişiliğinden sıyrılıp yaşamına ara verip özgürce seçim yapabilir mi?
Kıerkegaard, evet yanıtını verenlerin büyük yanılgı içerisinde ve sıradan estetik bir yaşama sahip olduğunu söyler.
Çünkü birey daha seçimini yapmadan kişilikleri seçilenle ilişki kurmaktadır; birey seçimi ertelese bile kişilik ya da kişiliğin içindeki bilinmeyen güçleri bilinçdışı olarak seçimini yapmaktadır.
Hepimizin yaşamı böylesi yanlış seçimlerle tıka basa dopdoludur.
Doğru seçimler yapabilme yolunun tek bir ilk adımı vardır ve büyük düşünür onu önerir.
Şöyle der Kıerkegaard; İnsanın çevresinde her şey berrak, yıldızlı bir gece gibi sessiz ve heybetli olduğunda, ruhu dünyanın içinde bir başına kaldığında, karşısına olağandışı bir insanoğlu değil, ebedi gücün ta kendisi çıkar, adeta gökler yarılır ve ben kendini seçer, ya da daha doğrusu kendini kavrar. O zaman ruh en yüceyi, hiçbir ölümlü gözün göremeyeceği ve asla unutulamayacak olanı görür, kişilik onu ebediyen soylu kılacak olan şövalyelik payesini alır.
Daha önce olduğundan farklı bir kişiye değil kendine dönüşür.
Bilinci tamamlanmıştır ve artık kendisidir.
En zengin kişilik bile kendini seçmeden önce hiç bir şeydir, öte yandan en zayıf kişilik bile kendini seçtiğinde her şeydir, çünkü büyüklük şu ya da bu olmakta değil kişinin kendisi olmasında yatar ve yürekten isteyen herkes bu mertebeye ulaşabilir.

Kanımca özgür sandığımız seçimleri her birey gibi yapmaktan başka olasılığımız yok ama zaten evrim tam da bu nokta da başlıyor.
Seçim nesnesi belli olduğunda kişinin içinde var olan estetiğin kendiliğinden ve dolaysız bir seçimi gerçekleşir.
İşte bu nokta mutlu bir yaşam umudunun yani estetik bir yaşamın etiğe dönüşebileceği yolun başlangıcıdır.
Vazgeçişin en uygun tercih olduğu sözlerinde ben estetik yaşamın çaresizliğini görüyorum.
Sonrasını, yani her vazgeçişin ardında sıra bekleyen milyonlarca vazgeçişin dolduracağı bir yaşamı kim isteyebilir?
Etik yaşam vazgeçişlerin olmadığı bir yaşamdır.
Bunu sürdüren ve ‘erdemli’ diyebileceğim birey, kendisi için iyi ve güzel olanı tartışma konusu yapmadan, doğrudan seçerek gerçekleştirir.
Ben insan olmayı böyle tanımlıyorum.

11 Temmuz 2012 Çarşamba

yamansaz nilüferleri



Lara ormanlarının  ötesinde  Yamansaz bataklıkları başlar.
Bir zamanların göz alabildiğine yayılan ve korku veren bu yabanıl doğa harikası,  şimdiler onu çevreleyen çirkin yapıların  balkon manzarası oldu.
Göçmen kuşların bile unuttuğu, artakalan birkaç dönümlük alanda bugün, hüzün veren   bir direnişin kalıntıları var sadece.
Orada, sular her zaman berraktır ama derinlere doğru birden karanlıklaşıverir.
Sazlar ve çeşit çeşit su  bitkileri  derinlerden  masmavi göğe doğru birbirlerine sarmalanarak uzanırlar.
Yüzlerce yılık döngüler  sonrası bitkilerin çürümüş bedenlerinden, yenilerinin  filizlendiği adalar yüzer.

Ben Yamansaz’ın Nilüferlerini çok severim,
Onlar sanki suların karanlığından yukarı taşıdıkları aydınlık  çiçekleriyle farklı dünyalardan mistik mesajlar taşırlar .
Suların aynalarında , kocaman yeşil yuvarlak yaprakları ve  ortası sarı, beyaz çiçekleriyle,  gün boyu  tembel tembel salınırlar.
Bir zamanlar buraya gelip onlara öylesine bakardım.
Sessizlik  giderek derinleşir, dinginleşir  ve  sonra,  beni de  içine alarak anlatılamaz bir huzur duygusuyla, 
hiçbir şey yapmamanın, o olağanüstü tadına varırdım.

6 Temmuz 2012 Cuma

Kiraz Çiçekleri






Bir uzak doğulu bilge, yaşamı kiraz çiçeklerinin üç günlük ömrüne benzetmiş.
İlk gün, yeşil dallar goncalarla doludur,
sonrasında, pembe beyaz açan çiçekleriyle ağaç, güzelliğinin doruğuna tırmanır.
Ve sonra hepsi dökülür, yerlere,
sanki geleceğin yeni goncalarını yaratmak için.
Hiç düşündünüz mü, yaşamın anlamı ne olabilir, anlamlı bir yaşam nasıl sürdürülebilir?
Bana göre yanıt, ileri, ya da geriye mi doğru baktığınıza göre değişir.
Goncaların egemen olduğu ilk günler umutlarımızdır amacımız.
Açan çiçekler ise kusursuz bir güzelliği ve gücü simgeler.
Ve her şeye sahip olabileceğini sanan, salt onu amaçlayan, kişileri anımsatır bana.
Ama üçüncü gün, ilk esintiyle yok olacaktır tüm güzellikler.
Belirmeye başlayan meyveler, sonsuz bir döngünün yeni bir başlangıcı da olabilir kimilerine göre.
Barbara ve eşi Jim'in hikayelerini duyduktan sonra, yaşamımı, alelacele çizilmiş, sanki zaman yetmediği için ayrıntıları doldurulmamış bir resme benzetmeye başladım.
Yaşam da geç kalmak çok kötü bir duygu...
İki sene önce Jim, evliliklerinin yetmişinci yılında eşi barbarayı yalnız bırakarak ölmüş.
Çocukluktan başlayan, hiç kavga etmemeyi başardıkları, uzun mutlu bir yaşamları olmuş onların.
Sevgilerini öylesine kıskanmışlar ki, sırf bu nedenle anne ve baba olmayı bile istememişler.
Sık sık dans ederlermiş ve hatta girdikleri yarışmalardan çok sayıda kupalar bile kazanmışlar.




Jim, en sevdikleri yer olan ve her gün elele gezindikleri, çimlere oturup lavanta tarlalarını seyrettikleri tepelere küllerinin saçılmasını vasiyet etmiş.
Barbara da, öyle yapmış, sevgilisini rüzgarlı bir günde, çok sevdikleri o tepelere saçmış avuç avuç.
İki sene daha, normal hayatını sürdürebilmiş Barbara.
Düşüp kalçasını kırarak yürüyemez duruma gelinceye kadar, Yorkshire'da sevgilisinin küllerini saçtığı tepelere bakarak ve belki de onlarla konuşarak özlemini gidermeye çalışmış.
Şimdi bir hastane odasında yatıyor.
Kapısına bir not yapıştırılmış soğuk, sessiz bir odada.
Uyulmasını istediği ve imzaladığı notta şunlar yazıyor.
''Barbara hiç kimseyle görüşmek ve tedavi olmak istemiyor. Kalbi durduğunda müdahale edilmeyecek.''












13 Haziran 2012 Çarşamba

Siste yürümek


Ne tuhaf, siste yürümek!
Her çalı, her taş ıssız,
Ağaçlar görmüyor birbirini,
Hepsi de yalnız.

Hayatım aydınlıkken henüz
Dostlarımla doluydu dünya.
Çöktü işte şimdi sis,
Biri yok ortalıkta.

Karanlığı bilmeyen
Bilge değil, olamaz.
İnsanı ayıran her şeyden,
Karanlık: hafif, kaçınılmaz.

Siste yürümek ne tuhaf!
Yalnız olmaktır yaşamak.
Kimse kimseyi tanımaz,
Herkes yalnız.                   

Sis kapımın önüne kadar gelmiş.
Beyaza uyandım bu sabah.
Yoğun bir sessizliğin içinde, gerçek ve hayalin sarmalandığı bir dünyadayım sanki.
Ormanı hiç böylesi güzel görmemiştim.
Rüzgar önüne kattığı bulutlarla, doğayı bir ressamın fırçası gibi var ediyor, yok ediyor birbiri ardına. Biraz önce tüm güzelliğiyle duran koca bir çam artık yok.
 

Orada biliyorum ama sis örttü tümüyle.
Şimdi baktığımda keçi boynuzu ağaçlarını görüyorum sadece.
Karların her yeri kapladığı ağaçları, dereleri bir tabloymuşçasına hareketsiz kıldığı anadolunun soğuk beyaz kış görüntülerini anımsıyorum.
Sis ve kar, acaba neden her ikisi de bana derin bir huzur duygusu veriyor?
Hermann Hesse, siste yalnızlığı vurguluyor bu şiirinde.
Ben ise bir başınalığı.
O denli farklılar ki !
Bu dünya da, bir başına olmak duygusu bana hep huzur verdi.
Yaşam o sislerin ya da ufkun arkasından beni mutlu kılacak bir şeyleri hep çıkarıyor.
Biliyorum gelecek güzelliklerle dolu.

*Siste Aksu ovası, Rüzgar tepesinden K.T.

7 Haziran 2012 Perşembe

İrish Beauty



Yıllar önce London National Galeri'yi gezerken bir tablo karşısında donakaldığımı anımsıyorum

Uzun kızıl saçları, kopartmadan, elleriyle sarılıp kokladığı ve o an ölesiye yerinde olmak istediğim gül ve gülün yapraklarına benzettiğim cildi, gül yeşili elbisesiyle bu İrish beauty, aklımı başımdan almıştı.
Hemen bir kopyasını edindim.
Önceleri salonumun, hep görebildiğim bir köşesinde yaşadık onunla.
Sonra yatak odama, yatağımın başucuna geldi.
İflah olmaz bir romantiğim ve böyle öleceğim gibi.
İlk aşkım, ay ışığında salınan uzun otlar, çiçekler arasında uçuşan geceliğiyle incecik mahzun bir kızdı. Babamın bir dergisinde rastlamıştım.
Tüm üniversite hayatım boyunca odamın bir duvarını süsledi ve sonraki aşklarım için de mihenk taşı oldu sanki bana.
Londra'lı İrish Beauty karşıma çıkana dek.
Bu kadın, benim tüm güzellik kavramlarımı altüst etti bir anda.
Böylesi güzelliklere asla ulaşamayacağımı biliyorum ama, onlara ulaşma umudu sanki yaşamımı güzelleştiriyor gibi geliyor bana.

*My Sweet Rose   John William Waterhouse











 

21 Mayıs 2012 Pazartesi

Güller




Küçük bahçemde, sayısını hatırlayamadığım kadar çok çeşit renk ve kokularda güller yetiştirdim.
Gün doğumunun sessiz serinliğinde, onların renk ve kokularının en güzel algılanabildiği saatlerde aralarında olmak, anlatılmaz bir keyif verirdi bana.
Kimi gülleri, insanların doğa yardımıyla yaratmış oldukları sanat eserleri olarak görürüm.
Belki de ona uygarlığımızın simgesi demeliyim.
İnsanlarla beraber yaşamış, onlarla değişime uğramış ve sonunda bugünkü acıklı durumlarına birlikte düşmüş bir bitki.

Gül, beyaz ırkın en güzel tiplerini yetiştiren Kafkasya’dan Lübnan dağlarına kadar uzanan bir kuşakta doğmuş ve oradan dünyaya yayılmıştır.
Doğu Anadolu da bulunmuş olan Rosa Phenicea, kokulu güllerin atası kabul edilir.
Anadolu Kafkasya ve İran, sarı gülün dünyada ilk tanımlandığı bölgelerdir
Antep'te, 'sarı güllük' olarak bilinen,  tek katlı, kokulu sarı yaban güllerin doğal olarak yetiştiği bir bölgeyi anımsıyorum.
Sonrasında tüm kültür bitkilerinde olduğu gibi, binlerce insanın çabaları, doğadaki bu birkaç renk ve formdaki çiçeği on binlerce renk, koku ve farklılığa ulaştırır.
O dönemlere baktığımda, Violet Simpson, Magdelena de Nubiola, Moonlight, Mademaoiselle Marguerite, Prince Camille de Rohan ,
Madame Edouard Ory gibi isimlerin yeğlendiğini gördüm.
Yoğun bir duygusallığın hakim olduğu bu alana şimdilerde bakıldığında ekonomik yararın ön planda olduğu görülür.
İsimler artık salt tüketicilerin ilgisini çekme kaygısıyla seçilmektedir.
Bugün çoğu kişi için artık sadece kırmızı, sarı ve yeşil gül vardı
Hepsi cetvel gibi düz, uzun ve artık dikensiz bir sapın üzerinde açmayan, kokmayan  şeylerdir.
Yüzeysel ilişkilerimizde, ilişkilerimizi derinmiş gibi gösterdiğini sandığımız, düğün ve ölümlerde aklımıza gelen ruhsuz bir ot.

Çoğu kişi için yaşam denilen oynadığı sıradan oyunda kullandığı sıradan bir eşya.
Geçmişin güzellik ve estetik duygularının günümüze uzanan bir imitasyonu.

16 Mayıs 2012 Çarşamba

Nil Kıraathanesi'nde Tango




Şanti'nin bugüne değin hiç erkek arkadaşı olmadı. 
Çok aramama karşın ona uygun bir eş bulamadım. 
Kiminin cinsi, kiminin tüyü , rengi, asaleti, boyu, posu, sahibinin karakteri derken dünyalar güzeli kızım evde kaldı... 
Veterinerin söylemine göre, benim çıtırım, ilerleyen yaşı (haltetmişler) nedeniyle doğuramazmış. 
Evet suçluyum, 
İnsanca ve pek erkekçe davrandım.

Çocukluğumu düşündüm, kızlar çok sevdiğim oyun arkadaşlarımdı, sonra birden farklılıklarımızı farkettim ve kabus başladı . 
Bir süre sonra, onlara (onlarla değil) oynamaya başladım.
Şimdi ne yapıyorum?
ya da gelecekte ne yapacağım?
Sanırım o  bilinen erkek davranışıyla, esrarlı bir havaya bürünüp bu konuda susacağım.
Hepimizin karşı cinsle ilgili, ilginç deneyimleri vardır.
Ama hep susar hiç konuşmayız.
Ben benimkilerden bir tanesini, her anımsadığımda içimi acıtan, trajik ama ayni zamanda güldüren birini  paylaşacağım sizlerle.
Hayal meyal hatırlıyorum Nil Kıraathanesini, adını unuttuğum bir meydana bakan,  bol camlı, aydınlık bir kahveydi. hemen ötesinde olan berberime giderken merakla bakardım içine, kapısı aralandığında.
Çünkü çocuklara, talebelere yasaktı ve her bilinmeyen şey gibi beni kendine çekiyordu.
Kızlar gibi...  
O günlerde kızlarla  ayni sınıfta olmamıza karşın dile getirilemeyen mesafeli bir  ilişkimiz vardı.Onlar bize karşı rahat davranıyorken biz (hadi itiraf edeyim) onlardan çekiniyorduk.
Ama kızlar hakkında ne denli derin bilgi, ve deneyim sahibi olduğumuzu gösteren hikayeleri, yalan olduğunu bile, bile birbirimize anlatır ve büyük bir ciddiyetle dinlerdik.
Böylesi günlerdi o günler. 
Ve tam kazasız belasız geçecek derken bomba patladı; 
Hocalarımız biz erkek  kazmalar arasında, dans edebilenlerin metre karede bir ya da hiç olmadığını fark etmişler.
Okul müdürü hepimizi topladı, hafta sonu Nil Kıraathanesinde, belediye bandosu eşliğinde iki hocanın bize dans dersi vereceğini bildirdi.
Gitsen bir dert gitmesen daha büyük dert ve sonunda o korkunç gün geldi.
Anımsayabildiğim kadarıyla uzun ince bir kahveydi.
Kızlar bir köşede, erkekler ise onlara en uzak köşede toplanmıştı.
Kızlar sakin beklerken bizler görünmemek ve arkada kalabilmek için devamlı hareket halindeydik.
Sonra bando başladı, adamlar marştan başka birşey çalmamış. 
Önce bir tango denediler.
İnsan aklına rap rap yürümekten başka bir şey gelmiyor.
Kızlar hala delirtecek bir sakinlik içerisinde gülümseyerek bakıyorlar.
Erkeklerin arkada kalma savaşında ise kavga çıktı çıkacak.
Yahu bizi kurtarsın diye Arjantin Mehmet'i arıyorum, sözde çok iyi tango yaparmış,ama göremiyorum, anlamış başına gelecekleri, çömelmiş tam siper gizleniyor.
Önce rica etti hocamız, sonra giderek sesini yükseltti. 
O bağırdıkça biz küçülüyoruz. 
Ve son bağırmayla (defolun) kaçtık gittik.
Erkekler bu mahut günü, aramızda hiç konuşmadık. 
Ama kızların,  bize bakışlarının değiştiğini farkettim.
Daha yumuşak daha sevecen ve daha iyi oldular.
Çünkü sahip oldukları bizde olmayan bir 'değer', yani analık güdüsü, onları yaşamda hep daha güçlü ve anlayışlı kılıyordu.

Ben şantinin yerinde olsam, bana kimbilir neler yapardım.
Ama o bir dişi kedi, 
İstese de yapamaz.

11 Mayıs 2012 Cuma

Kadınlar



Sıcak ve soğuğun sarmalandığı böylesi havaları çok seviyorum. 
Eskilerin  söylemiyle, limonata gibi, tatlı ve ekşi karışımı bir mevsim.
Sıcaktan bunalırken, serin bir rüzgarla ürperir insan.
Dünya sona erdiğinde, sessizlik hâkim olacakmış. 
Siyahlar beyaza, beyazlar siyaha dönüp her şey grileşecekmiş. 
Ne alçak ne de yüksek ses.
Ne erkek ve ne de kadın.
Sadece grilerin hâkim olduğu, dağların ovalaştığı, kadınların erkek, erkeklerin kadınlaştığı, ılık, sevimsiz ve sessiz bir dünyaya bakacakmışız. 

Uçurum kenarında, uzanmış kitap okuyorum.
Böyle yazıyor kocaman, kocaman isimli bilim adamları.
Kitabımı bırakıp etrafa baktım,
Karşımda Olimpos dağı olanca heybetiyle yeşillerin arasından maviliklere uzanıyor. 
Cırcır böcekleri, arı kuşları, serçeler hala neşe içinde bağrışmaktalar. 
Yapraklar yeşilden sarıya hatta kırmızıya doğru yol almakta.
Sonra tanıdığım, sevdiğim, beni seven ve artık benden nefret eden kadınları düşündüm gülümseyerek...
İyi Kemal, kötü Kemal.
Karar verdim ve artık eminim, daha çok zaman var bu dünyanın sonuna….



2 Mayıs 2012 Çarşamba

Aptalca hem de pek aptalca!




Şanti tipik bir apartman kedisidir.
Yaşamında ilk kez burada, rüzgar tepesinde dış dünyayı tanıdı.
İlk çıkışını hiç unutmuyorum, uzun uzun koklamalar dokunmalar ve çekingen adımlardan sonra verendamın hemen ötesindeki uçurumda kaybolmuştu.
Saatlerce, anasını kaybetmiş kurt yavruları gibi boşluğa uludum durdum.
Hava karardığında tüm umutlarım tükendiğinde arz ı endam etti haspa.
Yorgun, şaşkın, çamur ve dikenlerden bir topa benzeyen kedim, doğruca su ve mama kabına saldırdı ama ne saldırış.
Konuştum onunla, ağzıma gelen her şeyi haykırdım, sokak kızı İrma 'yı bile anımsattım ona.
Ama ben söylenirken bir baktım uyuyor.
Yatana kadar ayak ucumda ya da yanımda bekleyen beni seyreden kedim, yaşamında ilk kez benden önce uyudu o gün.
Sonrasında tüm direnmelerime karşın düzenli olarak sokağa çıkma gereksinimi olduğuna  ikna oldum.
İlk avı bir kelebek oldu.
Çimlerin üstünde oynarken üstünde gezinen bir kelebeği havada kaptı. Dehşete düştüm, zavallı kelebeğin kanatları iki yandan ağzında sarkıyordu.
Bağırmamla birlikte vahşi kedimin (!) açılan ağzından kelebek
fırlayıp uçtu.
Bir gün ağzında bir kertenkeleyi esenlik içerisinde dolaştırırken yakaladım onu.
Ardından kapımın önünde gece boyu haykıran kurbağa ile arkadaş oldu, haftalarca onunla oynadı ağzında gezdirdi.
Sonra bir gün, bahçede bir akrep sıkıştırmış ona patisiyle saldırırken yakaladım.
O günden sonra 'kahraman' kızım oldu. Bire bin katıp abartarak onun nasıl akrep öldürdüğünü anlattım köyde her gördüğüme.
Bundan gururlandığımı itiraf etmeliyim!
Ama dünden beri yıkılmış durumdayım.
Bir kelebek bütün havamızı kaçırdı ve bahçede bize inat sakin sakin geziniyor hala.
Ben kanepeme uzanmış kitap okuyordum.
Kızım ise benden birkaç metre ilerde, yine çimlere uzanmış kaplan edasıyla arazisini gözlüyordu.
Birden küçük ,sevimsiz, kirli sarı,  o kelebek ortaya çıktı.
Başının üstünde birkaç tur ve sonra hemen iki metre ötesine kondu.
Kızımın önce bıyıkları titredi ve sonra garip sesler çıkararak yere yapıştı.
Yerde sürünüyor ve aklınca görünmeden santim, santim yaklaşıyordu kelebeğe.
Sıçrama mesafesinde durdu ve bekledi, ilginç olan şey kelebekte ona dönmüş ve hiç istifini bozmadan bekliyordu.
Her şey bir anda oldu, şanti ve kelebek ayni anda fırladılar ve kelebek bir hamlede kedimin sırtına konup kalktı.
Sonra yeniden kondu, ve üçüncü hamlesinde, cesur kedim kanepemin altına gizlenmiş, irileşmiş gözleriyle kelebeğe dehşet içince bakıyordu.
Doğa insana çok şey öğretiyor...
Önce bütün içtenliğimle korkak diye bağırdım...
Sonra cesaret kavramını düşündüm.
Akrebe saldırabilen kedinin, minicik bir kelebeğin saldırısıyla kaçmasının nedenlerini düşündüm uzun uzun.
Bu olayın korkaklık ve cesaret kavramlarıyla hiç ama hiç bir ilintisi yoktu.
Ben yine kutsal sandığımız insan aklının penceresinden bakıyorum doğaya.
Aptalca hem de pek aptalca! 

20 Nisan 2012 Cuma

Genç Türk'üm


Debbie nin arkadaşları,  tıp ve diş hekimliği konusunda iyi eğitimli ve benim şansıma İngilizceleri mükemmel öğrencilerdi.
En sık görüştüğümüz Gaye ve Azade'nin erkek kardeşleri sayesinde gurubumuz giderek büyüyordu.
Türk erkekleri Atina’ da tanıştığımız Yunanlı erkeklerden daha uzun boylu ve daha etkileyiciydiler...
Uzun paltoları, koyu renk saçları, bıyıkları, uzun favorileri ile elegant ve gizemli bir görüntüleri vardı.
70’ lerde çok az sayıda tesettürlüye karşın, çoğu modern, bakımlı ve güzel giyinen kadınlardı.
Özellikle gözlerini ve dudaklarını öne çıkaran makyajlarıyla pek alımlıydılar.
Bizim küçük grubumuz, Ankara’daki kahvelerde buluşurduk.
Saatlerce oturup uzun cam bardaklarda çaylarımızı yudumlarken, balla tatlandırılmış olan içleri fındıklı ya da çikolataya batırılmış bir tür sert ekmekle yapılmış olan tatlılardan yerdik.
O dönemde dolmuşlar vardı ulaşım için…
Bu, bir tür taxi/ya da shuttle sistemi için 1960 ‘ların eski, büyük Amerikan arabaları kullanılıyordu. Herkes gittiği yönde,ineceği durağa kadar olan ücreti öderken, şöförlerin bu kadar indi- bindi sırasında ücretleri nasıl hesaplayıp ta akılda tutabildiklerini bir türlü çözemedim.
Debbie bir Türk gençle tanışmıştı Pierce ‘ a gelmeden önce.
Bir Müslüman'la uzun sureli arkadaşlığın süremeyeceğine inandığım için dolayı bu beraberliğin kısa süreceğini düşünüyordum.
Ama Debbie her şeye rağmen onu bir kenarda tutuyordu anlaşılan.
Kemal'i  çay toplantılarımızın birinde gördüm.Dr. Jivago filminden sonra aşık olduğum Ömer Şerif’e benziyordu.
Koca, koca gözleri, gür bıyıkları ve büyüleyici gülüşü...
Onu her gördüğümde çarpılmışçasına bakmaktan kendimi alamıyordum.
Kızlar, ilgimi anlamışlardı. Ama bir kız arkadaşı olduğunu söylediler. Bunu öğrendikten sonra ona olan ilgimi gizlemeye çalıştım.
Bu arada Debi ve arkadaşları her buluşmada benim adıma, ufak tefek oyunlar yapmaya başladılar.
Bir gün Cafe de Azade’ nin ciklet kağıtlarına bir şeyler yazdığını gördüm ve bana kadar da geldi o kağıtlar.
Sanki lisedeki günlerimize dönmüştük.
Her iki dakika da bir yeni bir yazı geliyordu. “Kemal seni tanımak istiyor, fakat İngilizce bilmiyor''  ,”Şu anda sana bakıyor”, gibi mesajlar vardı.
Ben de onlara bakıp “ Peki kız arkadaşına ne oldu? “diye sorunca, onunla mutlu olmadığını yazdılar.
Bundan kısa bir süre sonra oturma biçimimiz Kemal ile benim yanyana geleceğimiz şekilde ayarlanmıştı bile.Birbirimize bakıp, gülümseyip, sohbetimizi arkadaşlarımızın tercüme edebildikleri ölçüde yakınlaşmıştık.
Herkes grubun alışılmış havasında, aniden beliren bu yeni olay ile birlikte keyiflenmişti.
Ben kalkmak istediğimde Kemal beni dışarıya kadar geçirdi ve beni ziyaret edip edemiyeceğini sordu. O sırada Debie bunun olabileceğini benim adıma tercüme ederken kalbim ağzımdan fırlıyacak gibiydi..
Bir Ankara Heyecanı…..
O günlerde Türkiye’ de ve Yunanistan’ da, geleneksel müziklere karşı ilgi çokmuş gibi görünse de, iki ülkede de daha çok Amerikan pop ve rock müziği dinleniyordu.
Debie ve arkadaşları müziğe çok meraklıydılar. Bazen ben onlara gitarımla bilinen bazı parçaları söylerken, Kemal beni hayranlıkla izliyordu.
İlk kez Larsen lerin salonunda gitar çalmıştım. Orada bir noktada kendime olan güvenimin arttığını hissederek, Peter Paul ve Marry'nin  ‘un “ Kisses sweeter than wine” adlı parçasını ,Jimmy Web’in “Wichita Lineman” ını ,ya da Carol King’ in versiyonları ile “You have got a friend” ini çaldım.
Atina’ya dönmemden önce Kemal’le birbirimizi tanımamız için sadece bir haftamız vardı ve bir grup toplantısından sonra beni küçük apartmanına davet ettiğinde sadece bir kere görüşebildik.
Kendisine özel bir konser vermem için gitarımı getirmemi istemişti, güzel bir Türk çayından sonra, benim sesimi kaydetmeye başladı.
Doğrusu birisinin amatörce çabalarımı ebedileştirmek istemesi beni çok gururlandırmıştı.
Yazın da görüşmekten bahsettik (tabii babam buna hemen hayır diyecekti) ve Kemal’in İngilizcesini geliştirmesi için de mektuplaşmaya karar verdik.
Birkaç gün sonra, Debi’nin arkadaşları, içlerinden birinin boş duran apartmanında bizin için bir veda partisi vereceklerini haber verdiler. O akşam repertuarımdaki bütün şarkıları kendilerine söylememi istediler.
Hareketimizden birkaç gece önce partiye gittiğimizde, Debi’nin kalabalık arkadaş grubunun, ziyaretimizi kutlamak için kalp şeklinde kocaman bir çiçek yaptırdıklarını gördük. Debi’ninbir  okul arkadaşı olarak beni böylesi içtenlikle kabul etmelerine hem şaşırmış, hem de mahcup olmuştum. Koca hoparlörlerden 70’ler Amerika’sının dans müziği akıyordu, insanlar İngilizce ve Türkçe konuşuyor, içiyor ve gülüyorlardı. Az sonra Beatles’ın Long and Winding Road şarkısı odaya sakin bir hava getirmiş, ben ve havalı genç Türk'üm dahil, dans pistinde öne arkaya sallanan çiftleri birbirine yapıştırmıştı.
Şarkı bittiğinde birisi uzun bir bar sandalyesi getirdi, gitar kutumu bana uzattı ve beni sahne ortasına çağırdı.
Işıklar kısılmıştı, salonda çiftler ayrılmış ve birbirlerine yaslanmışlardı, ben de düşünebildiğim her şeyi çaldım ve söyledim. Birden kendimi “Dena unplugged” gibi hissettim. Kendimi değersiz hissediyordum, ama elimden geleni de yapmaya çalıştım. Böyle kalabalık bir gruba çalarak ve söyleyerek böyle bir canlılık verebilme fikri çok özel ve heyecanlandırıcı bir duyguydu.
Sadece bu tecrübeyle bile insanların niye sahne sanatçısı olduğunu anlamıştım. Hiç profesyonel olarak çalıp söylemediğim halde, o yarım saatlik mini şöhretim hala en harika tecrübelerimden biridir.
 Burada, bu Türk öğrencilerin cömert sevgilerini ve sıcak ruhlarını gördükten sonra, Yunanlılarla Türklerin bunca yıl nasıl olup ta düşman kalabildiklerine şaşırmıştım.

Long and Winding Road, ne güzel bir şarkıydı, yoksa bana mı öyle geliyordu dersiniz?
                                                                                                                  Kemal
Senin kapına doğru giden
uzun ve rüzgarlı yol
asla yokolmayacak
bu yolu daha önce de gördüm
beni her zaman ona götürür
onun kapısına...

yağmurun yıkadığı
vahşi ve rüzgarlı gece
gözyaşlarından bir havuz bıraktı geriye
beni burada bıraktığı günler için ağlıyorum
bırak nedenini bileyim

çok kez yalnız kaldım
ve çok kez ağladım
ve hiç bilmeyeceksin
ne kadar çabaladığımı

ama bunlar beni yine de
uzun ve rüzgarlı yola götürüyor
beni burada bıraktın
uzun zaman önce
beni burada bekletme
kapına götür beni

ama bunlar beni yine de
uzun ve rüzgarlı yola götürüyor
beni burada bıraktın
uzun zaman önce
beni burada bekletme
kapına götür beni
evet, evet, evet, evet...




*Nesrin Combat ve Baha Kızılırmağa teşekkürlerimle

16 Nisan 2012 Pazartesi

My Young Turk (Chapter Six of Climbing St Friday)



( Chapter Six of Climbing St. Friday)

My young Turk



Debi’s friends were well-educated medical and dental students, and to my delight, most spoke excellent English. Her girlfriends, Gaye and Azade, were two of her closest buddies. Each had brothers who had friends as well, so our new social circle was to be sizable.

Turkish men appeared taller and more dashing than the Greeks we’d left behind in Athens. With their dark hair, full mustaches, ankle-length coats, and long mufflers thrown haphazardly around their jaw lines, they appeared elegant and mysterious. Very few young Turkish women wore traditional Moslem garb in the ‘70s. Instead, they were fashionably dressed and used makeup to their advantage, showing off exotic eyes and lips. Our little gang met at tea houses in Ankara, where we would sit for hours in good-sized groups sipping Turkish tea from tall glasses, eating honey-laden, nut-filled sweets, and tearing off pieces of ekmek, a type of coarse bread dipped in chocolate.

Transportation was by dolmushlar, a type of shuttle/taxi system comprised of a fleet of huge American cars from the 1960s. These taxis would make frequent stops, picking up people along the way in a particular direction. One would pay only for his or her part of the trip. How the drivers kept track of their fares escaped me, but the system served us well for getting around town.

Debi had been seeing a Turkish boy before her arrival at Pierce, so this was a mini-reunion for them. Knowing a long-term pairing with a Moslem was out of the question, however, she kept him at bay. Before long, I began noticing a gorgeous tag-along during our teatime sojourns. His name was Kemal, a dead-ringer for Omar Sharif, with whom I had fallen hopelessly in love after seeing him in Dr. Zhivago. Kemal’s huge eyes, droopy dark mustache, and dazzling smile caused me to be obvious, staring in his direction every chance I could. Sensing my interest, Debi asked her friends about him. “He has a girlfriend,” Azade assured her. Once I learned this, I tried to stifle my interest.

More than halfway into our visit, however, Debi’s girlfriends began to play interference on my behalf. One afternoon visit to a café found Azade making copious notes on the insides of gum wrappers and passing them to me every few minutes, as if we were in high school. “Kemal wants to get to know you, but he speaks almost no English,” she wrote. “He’s looking at you now,” I read and as I looked up, found she was spot on. “What about his girlfriend?” I queried. “He’s not that happy,” she countered. Soon our seating arrangement was changed so that Kemal and I could nod, smile, and have our communication translated a bit more easily. Everyone looked delighted that something new was in the air. When we rose to leave, Kemal walked me outside and asked if he could visit. Debi assured me he was welcome and it felt as if my heart suddenly became engulfed in my throat, pounding decisively.

An Ankara sensation...



Much to the chagrin of musical purists in both countries, American pop, folk, and rock music were big hits in both Greece and Turkey. Debi’s friends were very much in touch with all three musical genres, marveling when I sang some of their favorite songs and accompanied myself on the guitar. Kemal was downright mesmerized by it.

The first time I performed for him was in the Larsens’ living room, where I somehow overcame my self-consciousness to croon songs like Peter, Paul and Mary’s Kisses Sweeter than Wine, Jimmy Webb’s Wichita Lineman, or the Carole King version of You’ve Got a Friend.

With only about a week to get to know one another before I was to return to Athens, Kemal and I met privately only once, when he invited me up to his little apartment after a group gathering. He asked that I bring my guitar to give him a private concert, and after making some Turkish tea, he proceeded to record my singing. I was flattered anyone would want to memorialize my amateurish efforts. We talked of seeing one another in the summer (something my father would, of course, nix instantly) and of writing letters to one another so that Kemal could practice his English.

A few days later, Debi’s friends informed us they were going to throw a goodbye party for us at an empty apartment that belonged to one of them. They asked that I sing my entire repertoire of songs for them that evening.

When we arrived at the party a few nights before our departure, we found that Debi’s considerably large group of friends had ordered a huge heart-shaped wreath of flowers to commemorate our visit. I was both surprised and humbled by their gracious acceptance of me as Debi’s buddy from school. Large speakers boomed ‘70s American dance music; people drank and laughed, speaking in both English and Turkish. A while later, a hushed aura came over the room as the Beatles’ Long and Winding Road had couples glued to one another, rocking back and forth on the dance floor, including me and my dashing young Turk. When it ended, someone hauled a tall bar stool into the middle of the room, handed me my guitar case, and ushered me center stage.

The lights were dimmed, couples paired up on the apartment floor, cradling one another, and I began playing and singing everything I could think of. Suddenly I became “Dena unplugged.” I felt unworthy but gave it my best. The idea that I could provide this kind of experience for such a large group with my singing and playing felt intimate yet electrifying all at once.

From that lone experience I realized why people become entertainers. And although I never sang or played music professionally, my half-hour of mini-fame to this day stands out as one of my most singular experiences. I wondered how the Greeks and Turks could have been enemies for so many years now that I had experienced the generosity and warm spirit of these Turkish students



11 Nisan 2012 Çarşamba

My Young Turk

Sessiz bir aşk yaşadım yıllar önce,  gençliğimin soğuk is kokulu Ankara kışlarından birinde.
Onlarca yıl geride kaldı ama , o amerikalı güzel kızın ışıltılı saçlarını, gülüşünü ve sesini hiç unutamadım.
Konuşmadan, dokunmadan geçen üç günlük bir aşk hikayesiydi bu.
Çok şeyler söylemek istedim ona.
Ama ne ben onun dilinden, ne de o benim dilimden anlamıyordu.
Konuşamadık.
Duygularımı başkalarını kullanarak ifade edemeyeceğimin farkına vardığımda, öylesine bakmayı yeğledim.
Güzel sesiyle bana şarkılar söyledi,
Ve gitti.
Çok yıllar bekledim, bu sessiz aşk hikayesinin, bende bir resmi bile olmayan prensesini.
Sonra Dena'nın anılarımdaki görüntüsü giderek sislere karıştı,  belirsizleşti ve yok oldu.
Sadece, söylediği bir şarkı, her duyduğumda onu bana yeniden anımsattı.
O şarkıyı evime sokmadım.
Ama her duyduğumda, hala gözlerim dalar ve tıpkı onu seyrettiğim günlerde ki gibi gülümserim bu sessiz aşk hikayeme ve aşkıma.
Sonra bir ömür geçti üstünden.
Ve bir gün, kırk yıl sonra, Dena'nın, beni arayan ürkek bir mesajı gözüme ilişti.
Ortak arkadaş isimleri, meslekler ve mekanları sorguladık bir çırpıda.
Resmini inceledim uzun uzun, artık anımsayamadığım sisler içinde kalmış yüzünü aradım sevgili Dena'nın.
Bulamadım, eminim o da  bulamamıştır.
Üç günlük sessiz, dilsiz salt gülümseyerek geçen bir aşk hikayesinin  kırk sene sonrasına uzanabilmesinin doğasını düşünüyorum günlerdir.
Dena sevilen bir müzisyen ve tanınan bir yazar olmuş.
Ve Amazon'dan yayınlanan aşağıda resmi olan kitabının 6. bölümünü
'My Young Turk' başlığıyla, bu sessiz aşk hikayesine ve bana ayırmış.                                   
Birkaç gün sonra o bölümü, ve Dena'yı sizlerle paylaşacağım.
Unutamadığım üç günü, birde olağanüstü üslubuyla ondan okuyun.



9 Nisan 2012 Pazartesi

Babam

Çocukluğumun köylerini anımsadım bugün,
Hani okul şarkılarının 'orda' diye işaret ettiği, boz tepeleri, kıraç tarla ve tozlu yollarıyla bir zamanlar bizim olan,  'uzak' köylerimiz.
Yazları kuruyan cılız dereleri, koyu yeşil titrek  yapraklarıyla her rüzgarı hevesle yanıtlayan hışırtılı kavakları,  kesilmekten tepesi güdük kalmış söğütleri, köpek havlamaları, tezek kokuları ve boz kerpiç evleriyle, anadolu köyleri.
Buraların meraksız, onurlu ve ağırbaşlı insanları da,  tıpkı doğası gibi durgun ve sessizdir. 
Az konuşur ve hep dinlerler. 
Rahmetli babam, Atatürk hayranı eski kuşak, idealist bir ziraat müdürüdür. 
Onu masada otururken sanki hiç anımsamıyorum. 
Eski püskü bir cipin sırtında, köy yollarında ömrü geçti sayılır.
Hep peşine takılmak, birlikte gezmek istedim.  
O, günboyu tarlaları dolaşıp, soruları yanıtlarken, bende  çocuk adımlarımla  peşlerinde, her şeyi bilen babamı hayranlık ve gururla izlerdim.
Benim babamdı o...
Eve dönerken yorgun başımı cama yaslar, sislere bürünen dağlara bakar ve hayal kurardım.
Güneşin kızıla boyadığı göğün mavisi, anlatılamaz bir güzellikle laciverte dönerken, koca gün sanki  karanlıklara doğru akıp yokolurdu.
O an herkes, her şey birlikte ve sessizlik içinde inen karanlık geceyi dinliyor gibi gelirdi bana.
Uzak belirsiz köyler, birbiri ardına yanan ışıklar ve artık hiç duyamadığım çakal sesleri.

Bir gün, koca bir dağın koynunda tek bir ışık dikkatimi çekti.
Titrek, zayıf bir ışık...
Kaygıyı ilk kez duyumsadım.
Ürperten karanlığın bilinemezliğiyle çevrili, kopkoyu bir yalnızlık.
Kaygılarım o an, babamın beni saran kolunun sıcaklığında eriyip yok oluverdi.
Hala karanlık bir dağın ortasında yalnız bir ışık gördüğümde babamı ve onun beni saran kolunun sıcaklığını anımsarım.

Öylesi bir güven duygusunu bugüne değin bir daha sahip olamadım.

5 Nisan 2012 Perşembe

İç dünyamın renkleri...


Resmi yapılamayan hiç birşey bu dünyanın içinde değildir diyor, büyük düşünür L. Wittgenstein. 
Bu sabah, bahçemde açmaya başlayan Leylak'ları koklarken aklıma geldi. 
Onlar benim bahçemin en gözde ağaçlarıdır. 
On gündür her sabah, koyu mor, küçük goncalarının gelişimini izliyorum. 
Okşadım kimi zamanda konuştum onlarla. 
Nihayet tüm güzelliklerini sergilemeye başladılar.

Çok uzun sürmeyeceğini bildiğim bir renk ve koku şöleni var bahçemde. 
Bu acelecilikleri mi acaba, onları bu denli çekici kılan?
Kimi kültürlerin, salt imparatordan başkasının kullanmasına izin verilmeyen, asaletin simgesi bu muhteşem rengi ve onun yaydığı kokuyu düşündüm
Leylak çiçeklerini anlatabilir, hatta resimlerini bile çizebilirim ama kokularını ve renklerini anlatmam bir başkasıyla paylaşam mümkün değil.
Kokular ve renkler resmi yapılamayan ve bu nedenle ünlü düşünürün söylediği gibi bu dünyanın içinde olmayan şeylerdir.
Acaba bir başkası, tümüyle benim iç dünyama ait olan bu renkleri ve kokuyu nasıl algılar?
Bir leylak kokusu nasıl tanımlanabilir acaba?  
Güzel, keskin, duru, acı, büyülü, coşkulu, taze ve benzeri kelimelerin hiçbirisi yetmiyor, hep birşeyler eksik kalıyor sanki.
O salt bana ait, kimi güzelliklerin büyülü bir birleşimi gibi sanki. 
Kokular ve renklerin anılarımla yoğun bir ilintisi olduğunu görüyorum.
Çok yıllar önce, her ilkbahar sevgili babam bilmediğim bir bahçenin renk, renk leylaklarını biteviye taşırdı anneme.
Evimiz haftalar boyu salt leylak kokar, leylak rengine bürünürdü.


Kimbilir belki de bu nedenle, her kokladığımda ve ona her baktığımda gülümserim...


28 Mart 2012 Çarşamba

Annem


Bugün içim sıkılıyor.
Aslında sıkılması için, o denli çok neden var ki.
Okumalıyım, ama ne okusam acaba?
Kitaplığıma bakınırken, soluk kırmızı, deri kaplı,  kenarında küçük kilidiyle onu gördüm.
On altıncı yaş günümün hediyelerinden, belki de en önemlisi  'hatıra defterim'.
Annemden başlayıp, kardeş, dost, arkadaş sevgili, özetle o günlerde yaşamımda olan herkesi o küçük deftere sokup, kilitleyip saklamışım.
Bir tutam hala ışıltısı sönmemiş kırmızı saç, yaprakları yolunmuş iki papatya ve daha neler, neler...
Büyük olasılıkla yeni kuşaklar böylesi defterleri anlamakta güçlük çeker.
Bunun nedeni geçmişin değerlerindeki değişim olsa gerek.
Annemin yazısını okuduğumda bunu apaçık gördüm.
Bakın o yılların annesi oğlunu nasıl görmek istiyor.
''On beş yaşını doldurduğun bu gün biraz hırçınlık yaptın, ama bu yaşının icabı. İnanıyorum ileride daha makul olacaksın.
Sen şimdi öyle bir yaştasın ki, çiçeklerin senin için açtığını, güneşin senin için doğduğunu zannediyor ve her kızdığımda, sana haksızlık yaptığımı sanarak üzülüyorsun.
Halbuki oğlum, dünya bildiğin gibi hayal dünyası değil.
Sen ömrünün yeşil günlerini yaşıyorsun. Allahtan dileğim, ömrün gölgesiz pırıl, pırıl yemyeşil bir cennet olsun.
Siz üçünüz için daima duacıyım.
Neşeli bir çocuksun, iyi kalplisin.
Sende Mustafa gibi gökteki ayı, doğan güneşi bile elde etmek isteyen bir hırs yok.
Küçük kardeşine de benzemezsin, sen benim en sakin oğlumsun.
.........................................................................................................
İyi niyetli, çalışkan, doğru sözlü, şahsiyet sahibi bir erkek olmanı istiyorum.
İnşallah olacaksın benim güzel oğlum...''

Yeniden okuduğum bu yazının en çarpıcı bölümü olan, annemin dileklerinin önemini yeni fark edebildim.
Dikkat edin, annem benden 'başarı' beklemiyor.
Ne kadar şanslı bir evlatmışım....

Merak ediyorum, günümüzün anneleri, oğullarına öncelikle ne diliyor acaba?
Bu yazıdan sonra farkına vardım, canımın sıkılması için aslında hiç bir neden yok...