13 Ağustos 2012 Pazartesi

Keşke bir kızkardeşim olsaydı (1)



yaramaz çocuk resimleri

Kız kardeşim olsun isterdim.
Bunun ne denli büyük bir eksiklik olduğunu, ancak yıllar sonra ve yaşlandığımda, değiştiremediğim kimi davranışlarımı sorguladığımda fark ettim.
Feminen bir kişilik, yaşamla çok daha fazla barışık ve uyumlu.
Böylesi kişilikler kimi şanslı erkeklerde de görülebiliyormuş.
Ama kadınların büyük çoğunluğu, bu değerlerle donanımlı olarak dünyaya geliyorlar.
İlginç olan başka bir gerçek, kızkardeşi olan erkeklerin bu ayrıcalıklı ve şanslı durumlarının farkında bile olmaması.
Abim ve ben çok haşarıydık, hem de en uçlarda gezinenlerinden.
Sevgili annem, yıllar sonra bir kız umuduyla, şansını son kez denedi ama yine başaramadı.
Ayni modeli üçledi sadece.
O günlerimizi düşündüğümde kavgacı, tahrip edici, ayrıştırıcı, yıkıcı ve acımasız, örnek bir erkek kişiliğinin nasıl filizlendiğini adım adım görebiliyorum.
Sevgili babamın, yaşadığımız il'de çilek üzerine yaptığı araştırmanın sonucunu bile etkiledi haşarılıklarımız.
Her sabah, o gelmeden tarlaya koşup, tüm kızaranları vahşice tüketirdik.
Sonrasında, bakanlığa giden resmi rapor çileklerin belli bir boya geldiklerini pembeleştiğini ama kızaramadıkları doğrultusunda oldu.
Yine babamın ticaret üzerine yaptığı bir konuşma sonrasında devletin çiftliğinde, taşıyabildiğimiz tüm kazma kürek gibi aletleri yola çıkarıp sattık.
Ama kazancımızı övünerek paylaşmak istediğimizde, annemin o güzel gözleriyle bize bakışını unutamıyorum.
Sonra sigarayı merak ettik.
Gazete kağıdına sardığımız mısır püsküllerinden oluşan o berbat şeyi gözlerimizden yaşlar fışkırana dek inatla içtik.
Sonuç hastane.
Kafamıza tavşan kulakları takıp, komşunun havuç tarlasını sıçraya sıçraya talan ettik. Sonu kötü bitti, yakalandık ama o minik havuçların tadı hala damağımda.
Tarzan filmini seyrettikten sonra, ağaçtan ağaca sarmaşıklarla uçmak istedik.
Ve annemin çamaşır ipini çalmayla başlayan serüvenimiz yine hastanede bitti.
Abim dallara çarpa, çarpa düşerken hala tarzan gibi bağırıyordu.
Ama en kötü biten ve unutamadığım yaramazlığımız biraz daha büyüdüğümüzde gerçekleşti.
Sıcaklar bastığında, tüm çocuklar sulama havuzuna akın ederdik.
On metre karelik bir yerde ve onlarca, her yaştan yarı çıplak, erkeklerden oluşan balık istifi bir eğlence düşünün.
Annem tehdit etti, gelir onca erkek arasından sizi alırım!
Ve yaptı !
Utancımızdan günlerce sokağa çıkamadık, arkadaşlarımızın yüzüne bakamadık.
Çatılara kadar uzanan mahalle kavgaları, sapanlarla yapılan acımasız avlar, kedi ve köpeklere yaptığımız eziyetler, sigara kutularıyla oynanan kumarlar, meyve hırsızlıkları ve daha neler neler.
Nasıl bir güdü, hangi nedenle bizi itiyordu, mutlaka bir nedeni vardır ama ben bilmiyorum.
Keşke örnek olabilecek bir kız kardeşim olsaydı. İnanıyorum ki çok daha farklı çocukluğum ve gençliğim olacaktı.
Ve böylesi bir şansa sahip olanların, yaşama çok daha iyi uyum sağladıkları da yadsıyamadığım bir başka gerçek.

Sonra bir gün, mavi gözlü, kızıl saçlı, çilli bir prenses Susan, bir melek gibi Amerika'dan gelip bu erkek cehennemine kondu...

1 Ağustos 2012 Çarşamba

Songül Teyze





İlk okulu Anadolu'nun üç ayrı kentinde okudum.
Bizim kuşak memur çocukları göçebelere benzer.
Ama sanki insanoğlu, bitkiler gibi, kök salmak isteyen bir canlı.
O çorak, kımıldamayan kentlerin hiçbirinden ayrılmak istemedim.
Gitmemek, arkadaşlarımdan ayrılmamak için hep yalvardım ve gözyaşı döktüm.
Ama yine ayrıldık.
Sonra alıştım.
O zamanlar, şehirler arası yolculuklar kömür yakan simsiyah trenlerle yapılırdı.
İs kokan, cüruf tozlarının uçuştuğu bu yolculuklarımızdan sonuncusunu, bir kadın  yüzünden hiç unutamıyorum.
Tam da karşı cinsin farklılıklarının ilgimi çekmeye başladığı bir dönemdi.
Sarı saçları, göğüs dekoltesi, parlak kırmızıya boyanmış dudakları ve abartılı küpeleriyle bir kadın girdi vagonumuza.
Annemin hafif çiçeksi parfümlerinden çok daha farklı şeyleri çağrıştıran bir koku tüm vagonu doldurdu sanki.
İkaz edilene kadar büyülenmiş gibi, baktım 'Songül' teyzeye ve onun tüm farklılıklarına
Uzunca bir süre soğuk ve suskun geçti yolculuk.  
Bütün gün, sadece her an değişen manzarayı seyrettik.
Gün batımında o kadın, başını cama yaslayarak çocuk yaşımda, beni bile hüzünlendiren bir ayrılık  şarkısı mırıldanmaya başladı.

Yalnız aşkım ve sen vardın
Bu tatlı rüyâdan bilmem
Sonra nasıl uyandım

Ne kadar hoş âlemdi
O cihana bedeldi

Zevkine doyulmaz
Pembe bir gülşendi

Yalnız aşkım
ve sen vardın.
O tatlı rüyadan bilmem nasıl uyandım.

Sonra birden annemle sohbete başladılar, köyünü anlattı uzun, uzun.
Aşkını ve terk edilişini.
İstanbul'a yolculuğunu, adını ilk kez duyduğum ve kötü bir yer olduğunu fark ettiğim barlar ve  güney doğunun sazlarına uzanan bir yaşam hikayesi dinledim o gece.
Annem anlayamadığım bir şekilde değişti, yol boyu uzun, uzun konuştular, şarkılar söylediler.
Ve çoğunluk erkekleri çekiştirdiler sanki.
Onları sessizce dinledim.
Dilimin ucuna gelen, merak ettiğim onlarca sorunun hiç birini, ne ona ne de anneme soramadım.
Galiba bende artık kendimi bir erkek olarak görmeye başlamıştım!
Sonra, babamın bizi beklediği istasyona ulaştık.
Babam gelmeden annem ve Songül teyze aceleyle vedalaştılar.
Kırık dökük bir kaç sözcükten sonra, ayrıldık.
Günler geçti hiç aklımdan çıkmayan Songül teyze rüyalarıma bile girer oldu.
Sonra bir gece, yazlık sinema dönüşü bir saz (bar) önünden geçerken onu gördüm.
Işıklı bir panoda, dansöz kıyafetleriyle gülümsüyordu.
Farkında olmadan bağırmışım

Anne, bak Songül teyze ! ! !

Çevrede olan birkaç kişinin ve babamın önce bana sonra anneme bakışını hiç unutmuyorum.
Günler süren uzun kavgalar oldu  ve sonra her şey unutuldu.
Batan güneşe karşı, cama başını yaslamış şarkı söyleyen o güzel kadını ve yapılan tüm kötülüklere karşın, hala tükenmeyen bir özlemi anlatan bu şarkıyı hiç unutamadım.

Neveser Kökdeş'in suzinak eseri ' pek özledim o demleri'