20 Nisan 2012 Cuma

Genç Türk'üm


Debbie nin arkadaşları,  tıp ve diş hekimliği konusunda iyi eğitimli ve benim şansıma İngilizceleri mükemmel öğrencilerdi.
En sık görüştüğümüz Gaye ve Azade'nin erkek kardeşleri sayesinde gurubumuz giderek büyüyordu.
Türk erkekleri Atina’ da tanıştığımız Yunanlı erkeklerden daha uzun boylu ve daha etkileyiciydiler...
Uzun paltoları, koyu renk saçları, bıyıkları, uzun favorileri ile elegant ve gizemli bir görüntüleri vardı.
70’ lerde çok az sayıda tesettürlüye karşın, çoğu modern, bakımlı ve güzel giyinen kadınlardı.
Özellikle gözlerini ve dudaklarını öne çıkaran makyajlarıyla pek alımlıydılar.
Bizim küçük grubumuz, Ankara’daki kahvelerde buluşurduk.
Saatlerce oturup uzun cam bardaklarda çaylarımızı yudumlarken, balla tatlandırılmış olan içleri fındıklı ya da çikolataya batırılmış bir tür sert ekmekle yapılmış olan tatlılardan yerdik.
O dönemde dolmuşlar vardı ulaşım için…
Bu, bir tür taxi/ya da shuttle sistemi için 1960 ‘ların eski, büyük Amerikan arabaları kullanılıyordu. Herkes gittiği yönde,ineceği durağa kadar olan ücreti öderken, şöförlerin bu kadar indi- bindi sırasında ücretleri nasıl hesaplayıp ta akılda tutabildiklerini bir türlü çözemedim.
Debbie bir Türk gençle tanışmıştı Pierce ‘ a gelmeden önce.
Bir Müslüman'la uzun sureli arkadaşlığın süremeyeceğine inandığım için dolayı bu beraberliğin kısa süreceğini düşünüyordum.
Ama Debbie her şeye rağmen onu bir kenarda tutuyordu anlaşılan.
Kemal'i  çay toplantılarımızın birinde gördüm.Dr. Jivago filminden sonra aşık olduğum Ömer Şerif’e benziyordu.
Koca, koca gözleri, gür bıyıkları ve büyüleyici gülüşü...
Onu her gördüğümde çarpılmışçasına bakmaktan kendimi alamıyordum.
Kızlar, ilgimi anlamışlardı. Ama bir kız arkadaşı olduğunu söylediler. Bunu öğrendikten sonra ona olan ilgimi gizlemeye çalıştım.
Bu arada Debi ve arkadaşları her buluşmada benim adıma, ufak tefek oyunlar yapmaya başladılar.
Bir gün Cafe de Azade’ nin ciklet kağıtlarına bir şeyler yazdığını gördüm ve bana kadar da geldi o kağıtlar.
Sanki lisedeki günlerimize dönmüştük.
Her iki dakika da bir yeni bir yazı geliyordu. “Kemal seni tanımak istiyor, fakat İngilizce bilmiyor''  ,”Şu anda sana bakıyor”, gibi mesajlar vardı.
Ben de onlara bakıp “ Peki kız arkadaşına ne oldu? “diye sorunca, onunla mutlu olmadığını yazdılar.
Bundan kısa bir süre sonra oturma biçimimiz Kemal ile benim yanyana geleceğimiz şekilde ayarlanmıştı bile.Birbirimize bakıp, gülümseyip, sohbetimizi arkadaşlarımızın tercüme edebildikleri ölçüde yakınlaşmıştık.
Herkes grubun alışılmış havasında, aniden beliren bu yeni olay ile birlikte keyiflenmişti.
Ben kalkmak istediğimde Kemal beni dışarıya kadar geçirdi ve beni ziyaret edip edemiyeceğini sordu. O sırada Debie bunun olabileceğini benim adıma tercüme ederken kalbim ağzımdan fırlıyacak gibiydi..
Bir Ankara Heyecanı…..
O günlerde Türkiye’ de ve Yunanistan’ da, geleneksel müziklere karşı ilgi çokmuş gibi görünse de, iki ülkede de daha çok Amerikan pop ve rock müziği dinleniyordu.
Debie ve arkadaşları müziğe çok meraklıydılar. Bazen ben onlara gitarımla bilinen bazı parçaları söylerken, Kemal beni hayranlıkla izliyordu.
İlk kez Larsen lerin salonunda gitar çalmıştım. Orada bir noktada kendime olan güvenimin arttığını hissederek, Peter Paul ve Marry'nin  ‘un “ Kisses sweeter than wine” adlı parçasını ,Jimmy Web’in “Wichita Lineman” ını ,ya da Carol King’ in versiyonları ile “You have got a friend” ini çaldım.
Atina’ya dönmemden önce Kemal’le birbirimizi tanımamız için sadece bir haftamız vardı ve bir grup toplantısından sonra beni küçük apartmanına davet ettiğinde sadece bir kere görüşebildik.
Kendisine özel bir konser vermem için gitarımı getirmemi istemişti, güzel bir Türk çayından sonra, benim sesimi kaydetmeye başladı.
Doğrusu birisinin amatörce çabalarımı ebedileştirmek istemesi beni çok gururlandırmıştı.
Yazın da görüşmekten bahsettik (tabii babam buna hemen hayır diyecekti) ve Kemal’in İngilizcesini geliştirmesi için de mektuplaşmaya karar verdik.
Birkaç gün sonra, Debi’nin arkadaşları, içlerinden birinin boş duran apartmanında bizin için bir veda partisi vereceklerini haber verdiler. O akşam repertuarımdaki bütün şarkıları kendilerine söylememi istediler.
Hareketimizden birkaç gece önce partiye gittiğimizde, Debi’nin kalabalık arkadaş grubunun, ziyaretimizi kutlamak için kalp şeklinde kocaman bir çiçek yaptırdıklarını gördük. Debi’ninbir  okul arkadaşı olarak beni böylesi içtenlikle kabul etmelerine hem şaşırmış, hem de mahcup olmuştum. Koca hoparlörlerden 70’ler Amerika’sının dans müziği akıyordu, insanlar İngilizce ve Türkçe konuşuyor, içiyor ve gülüyorlardı. Az sonra Beatles’ın Long and Winding Road şarkısı odaya sakin bir hava getirmiş, ben ve havalı genç Türk'üm dahil, dans pistinde öne arkaya sallanan çiftleri birbirine yapıştırmıştı.
Şarkı bittiğinde birisi uzun bir bar sandalyesi getirdi, gitar kutumu bana uzattı ve beni sahne ortasına çağırdı.
Işıklar kısılmıştı, salonda çiftler ayrılmış ve birbirlerine yaslanmışlardı, ben de düşünebildiğim her şeyi çaldım ve söyledim. Birden kendimi “Dena unplugged” gibi hissettim. Kendimi değersiz hissediyordum, ama elimden geleni de yapmaya çalıştım. Böyle kalabalık bir gruba çalarak ve söyleyerek böyle bir canlılık verebilme fikri çok özel ve heyecanlandırıcı bir duyguydu.
Sadece bu tecrübeyle bile insanların niye sahne sanatçısı olduğunu anlamıştım. Hiç profesyonel olarak çalıp söylemediğim halde, o yarım saatlik mini şöhretim hala en harika tecrübelerimden biridir.
 Burada, bu Türk öğrencilerin cömert sevgilerini ve sıcak ruhlarını gördükten sonra, Yunanlılarla Türklerin bunca yıl nasıl olup ta düşman kalabildiklerine şaşırmıştım.

Long and Winding Road, ne güzel bir şarkıydı, yoksa bana mı öyle geliyordu dersiniz?
                                                                                                                  Kemal
Senin kapına doğru giden
uzun ve rüzgarlı yol
asla yokolmayacak
bu yolu daha önce de gördüm
beni her zaman ona götürür
onun kapısına...

yağmurun yıkadığı
vahşi ve rüzgarlı gece
gözyaşlarından bir havuz bıraktı geriye
beni burada bıraktığı günler için ağlıyorum
bırak nedenini bileyim

çok kez yalnız kaldım
ve çok kez ağladım
ve hiç bilmeyeceksin
ne kadar çabaladığımı

ama bunlar beni yine de
uzun ve rüzgarlı yola götürüyor
beni burada bıraktın
uzun zaman önce
beni burada bekletme
kapına götür beni

ama bunlar beni yine de
uzun ve rüzgarlı yola götürüyor
beni burada bıraktın
uzun zaman önce
beni burada bekletme
kapına götür beni
evet, evet, evet, evet...




*Nesrin Combat ve Baha Kızılırmağa teşekkürlerimle

16 Nisan 2012 Pazartesi

My Young Turk (Chapter Six of Climbing St Friday)



( Chapter Six of Climbing St. Friday)

My young Turk



Debi’s friends were well-educated medical and dental students, and to my delight, most spoke excellent English. Her girlfriends, Gaye and Azade, were two of her closest buddies. Each had brothers who had friends as well, so our new social circle was to be sizable.

Turkish men appeared taller and more dashing than the Greeks we’d left behind in Athens. With their dark hair, full mustaches, ankle-length coats, and long mufflers thrown haphazardly around their jaw lines, they appeared elegant and mysterious. Very few young Turkish women wore traditional Moslem garb in the ‘70s. Instead, they were fashionably dressed and used makeup to their advantage, showing off exotic eyes and lips. Our little gang met at tea houses in Ankara, where we would sit for hours in good-sized groups sipping Turkish tea from tall glasses, eating honey-laden, nut-filled sweets, and tearing off pieces of ekmek, a type of coarse bread dipped in chocolate.

Transportation was by dolmushlar, a type of shuttle/taxi system comprised of a fleet of huge American cars from the 1960s. These taxis would make frequent stops, picking up people along the way in a particular direction. One would pay only for his or her part of the trip. How the drivers kept track of their fares escaped me, but the system served us well for getting around town.

Debi had been seeing a Turkish boy before her arrival at Pierce, so this was a mini-reunion for them. Knowing a long-term pairing with a Moslem was out of the question, however, she kept him at bay. Before long, I began noticing a gorgeous tag-along during our teatime sojourns. His name was Kemal, a dead-ringer for Omar Sharif, with whom I had fallen hopelessly in love after seeing him in Dr. Zhivago. Kemal’s huge eyes, droopy dark mustache, and dazzling smile caused me to be obvious, staring in his direction every chance I could. Sensing my interest, Debi asked her friends about him. “He has a girlfriend,” Azade assured her. Once I learned this, I tried to stifle my interest.

More than halfway into our visit, however, Debi’s girlfriends began to play interference on my behalf. One afternoon visit to a café found Azade making copious notes on the insides of gum wrappers and passing them to me every few minutes, as if we were in high school. “Kemal wants to get to know you, but he speaks almost no English,” she wrote. “He’s looking at you now,” I read and as I looked up, found she was spot on. “What about his girlfriend?” I queried. “He’s not that happy,” she countered. Soon our seating arrangement was changed so that Kemal and I could nod, smile, and have our communication translated a bit more easily. Everyone looked delighted that something new was in the air. When we rose to leave, Kemal walked me outside and asked if he could visit. Debi assured me he was welcome and it felt as if my heart suddenly became engulfed in my throat, pounding decisively.

An Ankara sensation...



Much to the chagrin of musical purists in both countries, American pop, folk, and rock music were big hits in both Greece and Turkey. Debi’s friends were very much in touch with all three musical genres, marveling when I sang some of their favorite songs and accompanied myself on the guitar. Kemal was downright mesmerized by it.

The first time I performed for him was in the Larsens’ living room, where I somehow overcame my self-consciousness to croon songs like Peter, Paul and Mary’s Kisses Sweeter than Wine, Jimmy Webb’s Wichita Lineman, or the Carole King version of You’ve Got a Friend.

With only about a week to get to know one another before I was to return to Athens, Kemal and I met privately only once, when he invited me up to his little apartment after a group gathering. He asked that I bring my guitar to give him a private concert, and after making some Turkish tea, he proceeded to record my singing. I was flattered anyone would want to memorialize my amateurish efforts. We talked of seeing one another in the summer (something my father would, of course, nix instantly) and of writing letters to one another so that Kemal could practice his English.

A few days later, Debi’s friends informed us they were going to throw a goodbye party for us at an empty apartment that belonged to one of them. They asked that I sing my entire repertoire of songs for them that evening.

When we arrived at the party a few nights before our departure, we found that Debi’s considerably large group of friends had ordered a huge heart-shaped wreath of flowers to commemorate our visit. I was both surprised and humbled by their gracious acceptance of me as Debi’s buddy from school. Large speakers boomed ‘70s American dance music; people drank and laughed, speaking in both English and Turkish. A while later, a hushed aura came over the room as the Beatles’ Long and Winding Road had couples glued to one another, rocking back and forth on the dance floor, including me and my dashing young Turk. When it ended, someone hauled a tall bar stool into the middle of the room, handed me my guitar case, and ushered me center stage.

The lights were dimmed, couples paired up on the apartment floor, cradling one another, and I began playing and singing everything I could think of. Suddenly I became “Dena unplugged.” I felt unworthy but gave it my best. The idea that I could provide this kind of experience for such a large group with my singing and playing felt intimate yet electrifying all at once.

From that lone experience I realized why people become entertainers. And although I never sang or played music professionally, my half-hour of mini-fame to this day stands out as one of my most singular experiences. I wondered how the Greeks and Turks could have been enemies for so many years now that I had experienced the generosity and warm spirit of these Turkish students



11 Nisan 2012 Çarşamba

My Young Turk

Sessiz bir aşk yaşadım yıllar önce,  gençliğimin soğuk is kokulu Ankara kışlarından birinde.
Onlarca yıl geride kaldı ama , o amerikalı güzel kızın ışıltılı saçlarını, gülüşünü ve sesini hiç unutamadım.
Konuşmadan, dokunmadan geçen üç günlük bir aşk hikayesiydi bu.
Çok şeyler söylemek istedim ona.
Ama ne ben onun dilinden, ne de o benim dilimden anlamıyordu.
Konuşamadık.
Duygularımı başkalarını kullanarak ifade edemeyeceğimin farkına vardığımda, öylesine bakmayı yeğledim.
Güzel sesiyle bana şarkılar söyledi,
Ve gitti.
Çok yıllar bekledim, bu sessiz aşk hikayesinin, bende bir resmi bile olmayan prensesini.
Sonra Dena'nın anılarımdaki görüntüsü giderek sislere karıştı,  belirsizleşti ve yok oldu.
Sadece, söylediği bir şarkı, her duyduğumda onu bana yeniden anımsattı.
O şarkıyı evime sokmadım.
Ama her duyduğumda, hala gözlerim dalar ve tıpkı onu seyrettiğim günlerde ki gibi gülümserim bu sessiz aşk hikayeme ve aşkıma.
Sonra bir ömür geçti üstünden.
Ve bir gün, kırk yıl sonra, Dena'nın, beni arayan ürkek bir mesajı gözüme ilişti.
Ortak arkadaş isimleri, meslekler ve mekanları sorguladık bir çırpıda.
Resmini inceledim uzun uzun, artık anımsayamadığım sisler içinde kalmış yüzünü aradım sevgili Dena'nın.
Bulamadım, eminim o da  bulamamıştır.
Üç günlük sessiz, dilsiz salt gülümseyerek geçen bir aşk hikayesinin  kırk sene sonrasına uzanabilmesinin doğasını düşünüyorum günlerdir.
Dena sevilen bir müzisyen ve tanınan bir yazar olmuş.
Ve Amazon'dan yayınlanan aşağıda resmi olan kitabının 6. bölümünü
'My Young Turk' başlığıyla, bu sessiz aşk hikayesine ve bana ayırmış.                                   
Birkaç gün sonra o bölümü, ve Dena'yı sizlerle paylaşacağım.
Unutamadığım üç günü, birde olağanüstü üslubuyla ondan okuyun.



9 Nisan 2012 Pazartesi

Babam

Çocukluğumun köylerini anımsadım bugün,
Hani okul şarkılarının 'orda' diye işaret ettiği, boz tepeleri, kıraç tarla ve tozlu yollarıyla bir zamanlar bizim olan,  'uzak' köylerimiz.
Yazları kuruyan cılız dereleri, koyu yeşil titrek  yapraklarıyla her rüzgarı hevesle yanıtlayan hışırtılı kavakları,  kesilmekten tepesi güdük kalmış söğütleri, köpek havlamaları, tezek kokuları ve boz kerpiç evleriyle, anadolu köyleri.
Buraların meraksız, onurlu ve ağırbaşlı insanları da,  tıpkı doğası gibi durgun ve sessizdir. 
Az konuşur ve hep dinlerler. 
Rahmetli babam, Atatürk hayranı eski kuşak, idealist bir ziraat müdürüdür. 
Onu masada otururken sanki hiç anımsamıyorum. 
Eski püskü bir cipin sırtında, köy yollarında ömrü geçti sayılır.
Hep peşine takılmak, birlikte gezmek istedim.  
O, günboyu tarlaları dolaşıp, soruları yanıtlarken, bende  çocuk adımlarımla  peşlerinde, her şeyi bilen babamı hayranlık ve gururla izlerdim.
Benim babamdı o...
Eve dönerken yorgun başımı cama yaslar, sislere bürünen dağlara bakar ve hayal kurardım.
Güneşin kızıla boyadığı göğün mavisi, anlatılamaz bir güzellikle laciverte dönerken, koca gün sanki  karanlıklara doğru akıp yokolurdu.
O an herkes, her şey birlikte ve sessizlik içinde inen karanlık geceyi dinliyor gibi gelirdi bana.
Uzak belirsiz köyler, birbiri ardına yanan ışıklar ve artık hiç duyamadığım çakal sesleri.

Bir gün, koca bir dağın koynunda tek bir ışık dikkatimi çekti.
Titrek, zayıf bir ışık...
Kaygıyı ilk kez duyumsadım.
Ürperten karanlığın bilinemezliğiyle çevrili, kopkoyu bir yalnızlık.
Kaygılarım o an, babamın beni saran kolunun sıcaklığında eriyip yok oluverdi.
Hala karanlık bir dağın ortasında yalnız bir ışık gördüğümde babamı ve onun beni saran kolunun sıcaklığını anımsarım.

Öylesi bir güven duygusunu bugüne değin bir daha sahip olamadım.

5 Nisan 2012 Perşembe

İç dünyamın renkleri...


Resmi yapılamayan hiç birşey bu dünyanın içinde değildir diyor, büyük düşünür L. Wittgenstein. 
Bu sabah, bahçemde açmaya başlayan Leylak'ları koklarken aklıma geldi. 
Onlar benim bahçemin en gözde ağaçlarıdır. 
On gündür her sabah, koyu mor, küçük goncalarının gelişimini izliyorum. 
Okşadım kimi zamanda konuştum onlarla. 
Nihayet tüm güzelliklerini sergilemeye başladılar.

Çok uzun sürmeyeceğini bildiğim bir renk ve koku şöleni var bahçemde. 
Bu acelecilikleri mi acaba, onları bu denli çekici kılan?
Kimi kültürlerin, salt imparatordan başkasının kullanmasına izin verilmeyen, asaletin simgesi bu muhteşem rengi ve onun yaydığı kokuyu düşündüm
Leylak çiçeklerini anlatabilir, hatta resimlerini bile çizebilirim ama kokularını ve renklerini anlatmam bir başkasıyla paylaşam mümkün değil.
Kokular ve renkler resmi yapılamayan ve bu nedenle ünlü düşünürün söylediği gibi bu dünyanın içinde olmayan şeylerdir.
Acaba bir başkası, tümüyle benim iç dünyama ait olan bu renkleri ve kokuyu nasıl algılar?
Bir leylak kokusu nasıl tanımlanabilir acaba?  
Güzel, keskin, duru, acı, büyülü, coşkulu, taze ve benzeri kelimelerin hiçbirisi yetmiyor, hep birşeyler eksik kalıyor sanki.
O salt bana ait, kimi güzelliklerin büyülü bir birleşimi gibi sanki. 
Kokular ve renklerin anılarımla yoğun bir ilintisi olduğunu görüyorum.
Çok yıllar önce, her ilkbahar sevgili babam bilmediğim bir bahçenin renk, renk leylaklarını biteviye taşırdı anneme.
Evimiz haftalar boyu salt leylak kokar, leylak rengine bürünürdü.


Kimbilir belki de bu nedenle, her kokladığımda ve ona her baktığımda gülümserim...