Dokuz yüz ellili yıllarda, Erzurum'un bugün anımsayamadığım uzak bir köşesinde çocukluğumun üç güzel yılını yaşadım.
Babam, adı 'Tohum ıslah İstasyonu' olan bir devlet
çiftliğinin müdürüydü.
Damlardan sarkan buzlar, ay ışığının parlattığı soğuk beyaz
geceler, sabahları uğrayan atlı
kızak, akşamları aydınlatan Luks
lambasının dibi pembeli yeşilli parlak beyaz
gömleği, mutfaktaki sıcak kocaman
kuzine ve yeşil naylon yağmurluğum, hala anılarımda canlı gibi.
Sabah güneşinin
karlardaki kırmızılığı silinirken, o zamanki deyimiyle müessesenin atlı kızağı kardeşimle beni evden alır ve okula
götürürdü.
Evdeki yaşamım ise bugünün televizyon çocuklarına göre
inanılmaz ölçüde zengindi. Ufuktan, ufuğa uzanan bir oyun alanı, her sabah onu
keşfetmem için sanki beni beklerdi.
İlk hırsızlığımı olanca masumiyetimle havuç tarlasında
gerçekleştirdim.
Mısır püsküllerinden gazeteye sararak yaptığım ve
sanki ciğerimi delen sigaranın ilk dumanını orada içime çektim. Köpeklerim,
kedilerim onların yavruları, atlar, taylar ve palandöken dağlarının inanılmaz
zenginlikteki çiçekleri arasında geçen yıllarım ne kadar güzeldi.
Ama bir şeyi hiç unutamıyorum!
Sevgili babamın Amerika'dan getirdiği yağmurluğum.
Onun sayesinde ben ve tüm yaşadığım çevre plastik bir
giyim eşyasıyla ilk kez tanıştı sayılır.
Dikişsiz, suyu geçirmeyen ütü gereksinimi olmayan böyle
bir giyim eşyası o günlerin bir mucizesi gibi görünüyordu hepimize.
Annemin söylemesine karşın ben onu okulun içerisinde
hatta sınıfta bile çıkarmamayı yeğledim.
Kazandığım farklılık bende anlayamadığım bir keyif
oluşturmuştu.
Sanki hep benden bahsedildiğini ve kıskanıldığımı
sanıyordum.
Ama çok sürmedi.
O meşum günde her şey birden bitiverdi.
Kızarmış sobanın yanında terleyerek hava attığım bir
ders arasında, mucize yağmurluk üzerimde eriyip yok oluverdi.
Acaba neden güzel şeylerin güzelliğini salt içimizdeki
benle paylaşmak yetmez bize.
Kimimiz bir dost arar, kimimiz bir düşman, güzelliklerini
paylaşmak ya da kıskandırmak için.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder